Merve Kılıç tarafından

Tarih: Nisan 2021

 

MİLLİYET ANLAYIŞIMIZ

Milliyet, her alanda bahsi geçen, kültürde, sanatta, siyasette sosyolojik bakışı oluşturan bir kelimedir. Bu kadar çok kullanılan bir kelime hakkında acaba doğru olarak ne biliyoruz? Bilhassa asrımızda, aşağı-yukarı bütün insanlığı arkasından sürükleyen bu cazibeli kelime hakkında insanlar ortak bir anlayışa varmışlar mıdır? Gönlümüze heyecan, şiirlerimize ilham veren bu kelime her yere kolayca girer, fakat her yerde hak ettiği makama kolayca oturtulamaz diyor M. Said Çekmegil Hocam. Kendisi gibi değerli, yolunu seçmiş ve şahsiyetini bulmuş bir İslam şairi olan Mehmet Akif: “Hakkıdır Hakka Tapan Milletimin İstiklal” derken, aynı devri yaşayan, aynı dille yazan, aynı toprakların büyüttüğü diğer bir şair; yolunu bir türlü bulamamış gayrimüslim Tevfik Fikret de: “Millet yoludur, Hak yoludur tuttuğumuz yol” der. Yahudi oğlu ateist Karl Marx‘ın ahmak kurbanlarından olan Nazım Hikmet gibiler bile millet, memleket, kelimelerini kullanmaktan hiç de çekinmez. Değil dinleri, Allah’ı bile tanımadığını gazetelerde verdiği röportajlarla açıkça ilan eden Ataç dahi kendi zaviyesinden milliyetçidir. Hatta bunu ispatlamaya kalkarak yazılarında güya Türkçeden başka bir kelime kullanmamak için anlaşılmaz şeyler uydurur ve gülünç durumlara düşer. Görülüyor ki, ilk bakışta sıradan gibi görünen, hiç de o kadar basit olmayan bir kelimeyi ne kadar çok kullanıyorsak, hakikatini o kadar az anlıyoruz. Bunun da başlıca sebebi Agâh Sam Levend’in dediği gibi: hangi konuda olursa olsun, tartışmalarda anlaşmazlık, kelimelere verdiğimiz anlam ayrılığından, tariflerde birleşmemekten, daha kötüsü, işin aslını öğrenmek zahmetine katlanmadan, önceden varılmış yargılara saplanıp kalmaktan ileri geliyor. Şimdi de Kur’an-ı Hâkim’de millet kelimesi nerelerde ve ne manalarda kullanılmıştır onu görelim: Bakara Suresinin 120. ayetinde “milletehum” diye geçer. Bu kelimeyi içinde bulunduran ayet-i kerime mealini beraber okuyalım, “Sen milletlerine tabi olmadıkça ne Yehud, ne Nasara senden asla hoşnut da olmazlar; her halde yol Allah yolu de. Şanım hakkı için sana vahy ile gelen bu kadar ilimden sonra bilfarz onların hevalarına tabi olacak olsan Allah’tan sana ne bir veli bulunur ne bir nasır.” Yine Bakara Suresinin 135. Âyet-i kerîmesinde aynen şöyle geçmektedir: “kul bil millete…” ayetin tam meal kısmı: “ Bir de Yehud ve Nasara olun ki hidayet bulasınız dediler. De ki: Hayır, hakperest hanif olarak İbrahim milleti ki o hiçbir zaman müşriklerden olmadı.” Al-i İmran suresinin 95. âyet-i kerîmesinde de aynen: “Millet-i İbrahim’e…” mealen: “De ki, sadakallah, o halde hakperest bir hanif olarak İbrahim milletine tabi olun, o hiçbir zaman müşriklerden olmadı.” Bu meallerden Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde Millet olarak, açıklama kısmında din manasına geldiği açıkça izah edilmiştir. 

İslami yönden itimat edilebilecek bir eser olarak takdim edilen “Türkçe-Osmanlıca Ansiklopedik Büyük Lügat” tutarsız bir tarifi kritiksiz olarak verebiliyor. Deniyor ki: “Millet, din, dil ve tarih beraberliği bulunan insan cemaati. Sınıf. Topluluk. Bir sülaleden gelenlerin hepsi...” Bu tarife göre Hz. İbrahim ile din beraberliğimiz var ama dil beraberliğimiz olmadığı için, Hz. Musa ile aynı sülaleden olmadığımızdan -onlara göre- aynı milletten sayılamayız. Oysa Müslümanca bir sosyoloji ansiklopedimize göre, Hz. İbrahim de Hz. Nuh ve diğer bütün nebiler ve tüm müminler de hepsi İslam milletindendirler. Yukarıda değinilen Al-i İmran suresinin 95. ayet-i kerimesinde Rabbimizin bizlere gönderdiği ilahi mesajında “İbrahim'in milletine tabi olun...” diyerek din bağıyla aynı milletten oluşumuzu belirtmiştir. Araplar olsun, diğer Müslüman kavimler olsun, gayrimüslimlerden sirayet eden kavmiyetçilik illetini milliyetçilik yerine koymaya kalkarsa elbette ki Allah’ından uzaklaşarak, yalnız ve parçalar halinde kalırlar. Bu durum elbette ki İslam’a yakışmaz. 

Şurası malumumuzdur ki duraklama devrine girişimizin sebepleri arasında rahatına düşkünlük, yer yer fikri kısırlıkların baş göstermesi; âlimlerimizin devlet reisi yanındaki makamlarının kıymetinin yavaş yavaş azalması; ilim, erkek ve kadın, yediden yetmişe her mümine farz olduğu halde Müslüman halkın ilmi arayamaması vb. sebepler geniş rol oynamıştır. “Emrolunduğunuz gibi dost doğru olunuz” ayet-i kerimesini unuturcasına, Kur’an’dan başka nizam arayanlardan Cenab-ı Hak razı olur muydu? Düşmanlar, senelerce karşısında tir tir titrediği hasmının duraklamasıyla kendi de duracak değildi ya, bu fırsat bir daha ele geçer miydi? Devlet artık anarşi içerisinde, ehil olan olmayan kimselerde el değiştiriyordu. En acısı, İslami esasları korumanın ancak Patrona Halil gibi biçarelere kalacağı kadar laubaliliklerin başlamış olmasıdır. Şerefli Şeriat nerede, Patrona ve Patrona’ya meydanı bırakacak kadar uyuşan, zavallılaşan idare nerede, cemiyet nerede? Böyle olunca da, Allah’tan daimi bir ümitle İslam’a dayanan hamleler yapılacağına, ne yaptıklarını bilmeyenlerin halet-i ruhiyesi içerisinde apışıp kalınıyor. Bir İslam mütefekkirinin: “Kanuni’den sonra başlayıp Tanzimat’a kadar devam eden yozlaşma devri, İslami bir idare içinde İslamlığı anlayamamak, onu bütün saffet ve asliyetiyle kavrayamamak ve yine bütün saffet ve asliyetiyle yeni zaman ve mekâna tatbik edememek, ilerleyen ve giriftleşen insan ve cemiyet tecrübelerini İslami ölçüler mihrakında toplayamamak, İslamiyet’i yeni zaman ve mekâna hâkim kılamamak ve sadece nas ezberciliğinin iç manalardan habersiz ölü idrakinde bütün ruh verimliliklerini kaybetmek, böylece insan ve cemiyeti, bütün yeni oluş ve hamlelere karşı öksüz bırakmak ve nihayet infaz ve inhizama kadar sürüklemek gibi tarihi bir seciye ve seyr arz eder” olarak tespit ettiği hal içerisinde yuvarlanırken Tanzimat ilan edilir. 

Bütün bu mevzuların fikriyatını yapan genç yazar Ziya Uygur Bey “…Tarih Boyunca İnkılaplar” isimli kitabında diyor ki: İslam âlemi için inkılap, Latinleşmek, Yunanlılaşmak ve sonunda Yahudileşmek değil, bilakis İslamiyet’i bu kaynaklardan gelmiş olan bid’atlerden ve hurafelerden kurtarıp Kur’an’ın ruhuna, hadis-i şeriflerimizin isteklerine uygun olarak İslamlaşmaktır. İslam âlemi eskiden beri kendisini sarmış bulunan kara zihniyetlerin bulaşığından temizlenmeye muhtaçtır. Bunun için de Sünnet ailesinin yolunun büyük otoritelerinin eserlerinin yeniden tetkiki ile kültürümüzün ana kaynaklarını meydana çıkarmak ve benliğimizi bu yüksek eserlerin içeriğiyle beslemek ve kuvvetlendirmek lazımdır. Bu suretle hem istilasına maruz kaldığımız yabancı kültürlerin tesirinden ve hem de bu yüzden uğradığımız aşağılık duygusundan yakamızı kurtarmış oluruz. İslamlar için uyanışın manası budur.” Evet, Tanzimat’tan bahsediyorduk, bu hususta Ord. Prof. Ali Fuat Başgil ise: “Tanzimatçılar bütün gayretiyle Avrupa’yı memnun etmeye ve işlerini Avrupa’ya beğendirmek için, o asırları kucaklayan şan ve şeref dolu milli tarihlerini bir tarafa bırakarak, Türkiye’nin yenileşmesi ve kalkınması imkânlarını Avrupa’yı kopya etmekte görmüştür. Ceza ve ticaret kanunları gibi bazı kanunların Avrupa’dan hemen hemen aynen tercüme edilerek alınması; usul ve adetlerde Frenkleşme modasının yerleşmesi Tanzimatçılarla başlayan ve gittikçe soysuzlaşan o kopyacılığın örnekleridir” diyor. Böylece İslam, Tanzimat’ta, güya hissiyle dinine bağlı olduğu halde fikriyle rakip dünyanın bütün tasallut vasıtalarına karşı teslim bayrağını çekmiş, mahkûmiyetini kabul etmiş, üstelik yegâne müdafaa çaresini mahkûmun hâkimi körü körüne taklidinde bulmuş ve buna rağmen kendi eski dünya görüşünü ve ruhi 0tamamlığını muhafaza edebileceğini sanmış, sözde münevver, sarsak ve pinpon politikacılar elinde, ta can evinden vuruldu... Ve artık İslam, tavan aralarında haline ağlayan haminnelerin münzevi hassasiyet planından daha ileri bir zemin olmak haysiyetini kaybetmeye yüz tuttu. Tanzimat’ın olmaması değil, aksine, İslamlık emrinde ve çok daha geniş ve köklü bir hareket şeklinde olması lazımdı. Hâlbuki Tanzimat, kekeme bir eda ile İslam’ı mahkûm ve Garp dünyasını hâkim tanıdığını söyleyemeden söyleyen, kısır ve korkak bir hareket şeklinde oldu. Milletin bünyesi zayıflayınca gayet tabi kımıldanmaya başladılar. Acı olan, Müslümanların milliyetlerini parçalayacak olan kavmiyet hastalığına, yakalanmasıydı. Falanca anadan dünyaya gelmek insanoğlunun elinde değildir ki, insan isterse Türk olsun, isterse İngiliz, isterse Fransız, isterse Habeşi vs. olsun. Bu nasıl mantık? İnsanoğlu ancak kendi irade-i cüz’isiyle seçtiği yola talip olabilir, yani bir doktrin seçerek ona meyleder; bu Hakk’a dayanan yegâne din, İslamiyet de olabilir, gayri İslami felsefelerin ortaya attığı çeşitli -izm-lerden biri de bu esasa yaklaşabilir. Hak yol olan İslam’ı seçmek insanın kendi iradesindedir.

“Bir millet milliyetine sahip olmazsa mevcudiyetini muhafaza edemez. Çünkü mevcudiyet milliyetle kaimdir ki, milliyetine sahip olmayan milletler metanet ve salabetini kaybettiğinden daima kırılmaya mahkûmdur. Din, İslam isimli iman sarayıdır. Millet, o sarayın içinde oturanlardır. Şeriat ise o sarayın mimarisidir.” Kıymetli ilim adamlarımızdan merhum Abdürrahim Zapsu: İslam kelimesi ırk ifade etmez. Bütün ırklar arası bir ifadedir ki, İslam dininde Kur’an-ı Kerim’in belirttiğine göre milliyet İslamiyet demektir. Roma Katolik kilisesine mensup olduğu halde haysiyetli fikir çalışmalarıyla Müslümanlığa erişen Faysal W. Wagner, Hak dini aramak için yaptığı araştırmalarda İslamiyet’i şu şekilde tanımlıyor: “İslamiyet; dini, ahlaki, içtimai, siyasi ve hukuki kaidelerin heyet-i mecmuasından müteşekkil bir sistem, bir dünya görüşüdür.” Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil Bey bir kongrede yaptığı konuşmada: “Bugün bloklaşan milletlerden birçoklarını sırf geçici tehlike hisleri veya menfaat düşünceleri birleştirmektedir. Hâlbuki Müslüman milletler on dört asırlık bir tarih ile birbirine bağlıdır. İslam dünyasında birlik ve beraberlik zaten bilkuvve mevcuttur. Bugün bizim yapacağımız şey, aramızdaki tarihi ve manevi bağları kuvvetlendirmektir; ırk, lisan ve menfaat ayrılıklarının üstünde ve bu ayrılıkların olumsuz tesirlerini bertaraf etmek üzere, müşterek bir İslam şuuru yaşatmak için imkân ve vasıtalar aramak ve bulmaktır” diyerek bu birliğin nasıl olacağını bütün tüm Müslüman temsilcilerine madde madde, açık açık izah etmiştir. Kahraman Akif’imizin dediği gibi: “Ey Cemaat-i Müslimin, siz ne Arap’sınız, ne Türk’sünüz, ne Arnavut’sunuz, ne Kürt’sünüz, ne Çerkez’siniz, ancak bir milletin efradısınız ki o millet-i muazzam da İslam’dır. Müslümanlığa veda etmedikçe kavmiyet davasında bulunamazsınız. Kavmiyet gayretine düştükçe de Müslüman olamazsınız.” Yani İslam’ın reddettiği kavmiyetçiliği ideal şekline sokmak bir Müslüman için mümkün olamaz. Değerli şairimiz Sezai Karakoç “Sosyolojiyi Susturun” başlıklı bir yazısında, mevzunun izahlarından sonra diyor ki: “Putperestlik, Brahmanlık, Budizm, Yahudilik ve Hristiyanlar, bugün hep tarihte, psikoloji ve sosyoloji ile açıklanabiliyor. İslam ne mesut realite ve ne müsbet mucizedir ki, cevheriyle apaçık olduğu halde bütün açıklamaların dışında güneş gibi parlıyor. Her fikir duygu ve hareketin gerçeğini tanıyor. Hristiyanlık ve Yahudiliğin esasını münezzeh tutuyor, tarih içinde yerlerini, değerlerini tayin ediyor, onları kurtarıyor.” İslam, vahy, Kur’an ve Peygamberlerin varlığı doğuş ve çıkışları sosyolojiyi susturmuştur. İlmin gözleri önüne iniktir. Anlıyor ki onu Allah’ın emri olmak dışında hiçbir sebeple açıklayamaz. Özetle İslam bu dinlerin ne olduğunu ortaya koyuyor, bu dinler adına oluşturulan varsayımları Kur’an deşifre ediyor. İslamiyet’i iyice tetkik edemeyenler müthiş bir bedavacılıkla onun kavmiyetçiliği reddettiğini görünce (İslamiyet beynelmilelciliktir) deyip işin içinden çıkmak isterler. Fatır Suresinin 19-21. ve daha birçok âyet-i kerimelerine bakılınca görülen: Cenab-ı Hak küfürle imanı bir tutmamış ve birçok ayet-i kerimelerle müminleri müjdelemiş, münkirlere de azaplarından haber vermiştir. Hucurat Suresinin 10. ayet-i kerimesiyle de müminlerin ancak kardeş olduğu bildiriliyor. İşte, İslam milliyetçiliğinde bu kardeşlik o kadar mühimdir ki, Allah Rasulü: “Birbirinizi sevmedikçe mümin olamazsınız” ve yine “Müminlerin derdini dert edinmeyen onlardan değildir” buyuruyor. Ve yine buyuruyor ki “Mümin insanlar tarak dişleri gibi müsavidirler. Ancak ibadetle birbirinden üstün olurlar.” İnsanlar kabile kabile, bölge bölge yaratılmış da olsalar, Müslümanlar-müminler kardeştirler. Coğrafyalar, bölgeler, renkler bu kardeşliği gölgelemez.

Yukarıda bahsettiğim, aygıdeğer hocam M. Said Çekmegil’ in Milliyet Anlayışımız kitabından, kendi fikirlerinden, değindiği ayetlerlerden, diğer önemli ilim adamları ve düşünürlerden sevdiğim, altını çizdiğim kısımları kendi yorumumu da katarak derledim.

Son olarak, kitaptaki son kısımlardan biri, Araştırmacı Yazar M. Said Çekmegil İle Bir Söyleşi adlı başlıkta hocamın “Müminin dünya ve ahiret güzelliklerini elde etmek için dinin aslını öğrenmesi her mümin ve mümineye farzdır” diyerek bizlere verdiği tavsiyelerin sonundaki duayla bitirmek isterim. Bakara Suresi 201. ayet: “Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru.” Âmin.



Yorumlar

Daha önce yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yazmak ister misiniz?

Yorum Yaz