Merve Kılıç tarafından

Tarih: Temmuz - 2021                                                 

İYİ NİYET ANLAYIŞIMIZ

M. Said Çekmegil ’in “İyi Niyet Anlayışımız” kitabındaki ilk başlığı “İyi Niyet ve İslam’ın Anlaşılması” idi. Bu başlıkta yazar, “İslam düşüncesini bulandıran beşeri arzu ve gayelerle, çok kere iyi niyetin oluşması olarak ortaya çıkan ucuz ve kolay sunuşların arasından gerçekleri çekip çıkarmak nasıl olacaktır?” konusu üzerinde durmuştur. Bilmeden nasıl hiçbir şey gereği gibi yapılmazsa, yapılmaya kalkılınca da nasıl o şey heder edilirse, İslam davasının takdimini de sünnet-i seniyyenin esasını bilmeden arz etmeye kalkmak olamaz. İlle de bu gayreti çekelim, ne olacak bildiğimiz kadar anlatalım, dersek bu halde ebedi saadet yolunu şaşırarak ve şaşırtarak hüsrana düşme tehlikesi olur. Çekmegil, iyi düşünülürse tahrifatın çoğu, genellikle kötü bir kastın değil de, altında çok kere iyi niyet yatan, fakat iyiliğin ne olduğunu aramayan zihin tembelliğinin neticesi olduğu görülür, der; doğru bilgiden (Vahy) uzak olmak büyük hatalar yapmaya, hırsına yenik düşmeye, insanı geri dönülmez çıkmazlara sokabilir. “Ameller Niyetlere Göredir” başlığında ise yazar, iyiliğin ne olduğunu bilmek, iyiliğin ne olduğunu öğrenmek imkânı varken onu aramayanın iyiyi arzu etmiş olması, iyiliğin nasıl olduğunu her imkân ve fırsatta öğrenmeye çalışmasına bağlıdır. ‘Emrolunduğun gibi doğru ol…’ mealindeki beyyineye işaret ederek ilmî değil de indî güzel bulmaların, iyilik görüşlerinin, doğruluk kaideleri koymaların nasıl mahcubiyetler getireceğini daha iyi anlayabileceğimizden bahseder. “Müslümanın Kriteri” başlığında Çekmegil, bugün İslam âleminde bir keşmekeşin, bir ölçüsüzlüğün başkaldırmış olduğunu görüp durduğumuz halde bunu doğal karşılar olmuşuz; övgüler ve yergilerimize dikkat edecek olursak hayretler içerisinde kalır; Allah’ın iyi dediğine kötü, kötü dediğine iyi diyebilen kalabalıkları dehşetle görürüz, der. Kitapta verilen örneklere de bakılırsa eğer yalnız mektep yaptırmakla Allah rızası tahsil edilebilseydi, Jahson’ların, Kruşçev’lerin tümü de Allah’ın sevgili kulları arasında olması icap ederdi. Çünkü onların, memleketlerine bir zenginin yaptırdığı mektepten daha çok, binlerce mektep kazandırmaya çalıştıkları olağandır. Oysaki Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre Allah ancak inançlılardan kabul eder. Yazının devamında yazar, şu sistem veya bu adam kötüdür dendiği zaman, ya da bu düzen doğru, şu insan iyi dendiği zaman, insanın elinde bir ölçüt yoksa kınanması lazım gelen pozisyonlara düşmesi gayet doğaldır. Doğal olmayan husus, insan olup da ölçüsüz bir düşünce dağınıklığına razı olmaktır. Müslümanda ölçüt, vahyî temel üzerine kurulan fıkıh olduğuna göre ona zıt düşen iş ve düşünceye iyi, ona uyan iş ve fikre de kötü demek mümin için mümkün olur mu? Eğer bugün bu olmazlar oluyorsa bu durum uykuya ya da cehalete razı olduğu için ölçüsünü hatırlayamayan, cezaya müstahak, ehli zikr’den uzak düşmüş gafillerin çoğunlukla üstüne çıkmasındandır. Ölçüyü kaybetmek, kritersiz yaşamak, insan için o kadar tehlikeli görülmüş ki asırlarca evvel bir düşünür şöyle seslenmiş: “Bir yerde yangın ve ölçüsüzlük varsa, yangını bırakın, ölçüsüzlüğü söndürün.”  Çekmegil, müslüman bir hadiseyi değerlendirirken, ona iyi veya kötü, doğru veya yanlış derken ölçüsü Vahy olandır; Müslümanım diye diye gayrı İslamî ölçüleri kabule razı olmak büyük bir gaflet eseridir; bu halin bir şeref taşımadığına, onun için İslam’a ters düştüğüne kaniyiz, der.

“Müslüman ve Postulat” başlığında M. Said Çekmegil; herkes için kabul edilen önermelerin şüpheyle karşılandığı bir çağda görürüz ki, en sağlam bilim dalı kabul edilen Öklit geometrisinin bile başlangıç prensibi riyazi bir kesinlik ifade eden bir hakikat değil, ancak gerçek kabul edilen bir veridir, buna postulat denir, der. Hz. Âdem aleyhisselamdan beri Müslümanların eskimeyen, değişmeyen yegâne postulatlarının vahy olduğunu bilmemezlikten gelemeyiz. İşte hakikatin kaynağı olan bu postulata göre, insan karanlık çağdan değil, aydınlık çağdan başlar; zira ilk insan aydın Âdem aleyhisselamdır. Orta Çağ onlara göre geridir. Fakat Müslümanın postulatına göre dünyanın gördüğü ve göreceği en ileri, örnek insanlar çağıdır. Dünya ancak bu döneminde mümkün olan adaletin zirveleştiğine şahit olmuştur. Seçilmiş bir millet olarak yaratıcısının ismini bizzat Müslüman koyduğu model insanların cemiyeti bu tarihlerde gerçekleştirilmiştir. Onların ileri dediği, modern dediği şu son asırlar ise, gangsterlerin eline geçirdiği toplu imha edici silahlarla insanları haraca bağladığı eşkıyalar çağıdır. Ayrıca bu bizim gerçek ölçülerimizle böyle gözükmez. İslam’ın önde gelen hususlarından biri de gaflete düşmemeye çalışarak hakikatten kopuk bir fikir ortamına girmekten sakınmaktır. En büyük nimet olarak verilen aklı güzel kullanarak ‘Müslüman olanlar doğru yolu arayanlardır’ mealindeki ayette işaret ettiği müminlerden, İmam-ı Malik hazretleri şu ölçüyü veriyor: “Resulullahtan başka hiçbir kimse yoktur ki, sözü alınır veya reddolunur olmasın.” Bütün müçtehitler aynı gerçeği işleyerek insanları tabu edinmek tehlikesini önlemeye çalışmışlardır. Velisiz toplumlarda, gafil ve gayrı zâkir olarak yaşayan fertlerin, totem ve tabutlarının şerrinden korunmanın zorluğu açıktır. Her zaman olduğu gibi yine yegâne çare, sünnet-i seniyyeyi bütün gücü ile öğrenip, ona, entelektüel bir kafa yapısıyla gereği gibi sarılmaktır. Çekmegil, vahyî kaynaklardan doymamış aç akılların, tatmin için sağa sola koşarak ne bulursa tabulaştırmaya müsait yapılarıyla yozlaşmışların hilesinden emin olmak için başka bir çare bilemiyoruz, der. Ben İslam dinine inanıyorum diyen her birey “Ben bu dinin getirdiği yükümlülükleri ve kuralları kabul ediyorum” demiş olur. Biz insanız. Bir Müslüman her ayeti hakkıyla taşıyamıyor olabilir bu onu dinden çıkarmaz günahkâr yapar ama bir Müslüman işine gelmediği için Allah’ın ayetini inkâr ederek yaşıyorsa eğip büküyorsa bu onu küfre düşürür ki bu ikisi çok farklı şeyler; bizim sınırlarımızı belirleyen bir inancımız var.  Kişi o sınırı aştığında “tabi ki aşarım ben bir Müslüman olarak sınırların ötesinde de olmalıyım” diyorsa o sınırı çizenin otoritesini değil kendi benliğinin otoritesini kabul ediyor demektir; o zamanda batıllaştığı anlaşılmış olur. Bir Müslüman faiz yiyorsa ve bundan çekinmiyorsa neden içki yuvalarında görünmekten çekiniyor? Bir Müslüman tesettürsüzlükten çekinmiyorsa neden fuhuş merkezlerinde olmaktan çekiniyor? Zina ayetleri ayet, içki ayetleri ayet, tesettür ayetleri ayet değil mi? Bir ayeti bir ayetten üstün kılan ya da değersiz kılan nedir? Buna hangimiz karar veriyoruz? Bizim düşüncelerimize kim karar veriyor? Benim düşüncelerime benim dinim karar veriyor. İşte yazar, Said Çekmegil’ in bu kitapta alt başlıklara ayırdığı konuları bir arada özetlemek gerekirse bunlar kendi cümlelerimle toparladıklarım.  

Son başlıklardan olan “Birlik Üzerine” başlığında da yazar: Müslümanların ancak birlikten kuvvet doğuracağını söylüyor. Kendi kuvvetlerini birleştirmeli, vasıta gayelerini öne almalıdırlar. Bunun için ne lazımsa onu meşru kanaldan elde etme arzusuyla yaşamalıdırlar, diyor. Bence de yazarımızın dediklerini dikkate almalı, müslümanlar olarak her türlü ayrımcılıktan kaçınmalı, birlik içerisinde olmalıyız. 

Yazarın “Mina Konuşması” kısmında yaptığı duadan birkaç cümle ile yazımı sonlandıracağım. Allah’ım! Sen hiç kimseye gücünün yetmeyeceğini yüklemeyeceğini bilirsin, şükür olsun sana. Unuttuk veya yanıldıksa bizi affet... Bize ağır yük yükleme… Bizi esirge... Amin. 

Yorumlar

Daha önce yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yazmak ister misiniz?

Yorum Yaz