İslam’ın Gerçeği, Yeni Dünya Düzeni kitabından
Merve Kılıç tarafından
Değerlendiren: Merve Kılıç
Tarih: Mayıs – 2021
İSLAM’IN GERÇEĞİ
İnanma duygusu insanın temel özelliklerinden biridir. Değerler sistemi oluşturma ve bunu bir iman kaynağına bağlanarak yapma bütün insanlar için ruhî ve içtimaî bir zarurettir. Çünkü inanan ve böylece diğer canlılardan ayrılan insanın bu niteliği fıtrîdir. İlâhî din geleneğinde de insan yaratıcısını bilip tanımak ve O’na kulluk etmek için yaratılmıştır. Bir hadiste, her doğan insanın bu niteliğe sahip bulunduğu, yaratılışındaki bu özelliğin Yahudilik, Hıristiyanlık veya ateşperestlik tarzında şekillenişinin aile ve çevrenin eseri olduğu belirtilmektedir. İnsanın yaratılış gayesi olan kulluk aklın Allah’ı tanıması, bilmesi, iradenin de O’na yönelip bağlanmasıyla gerçekleşmektedir. Allah bu hususta da kuluna yardımcı olmuş, ondaki bu fıtrî his ve şuuru ilâhî vahiy ile yönlendirip geliştirmiş, onu başıboş bırakmamıştır. En güzel bir kıvamda yaratılan insanın yaratılışına yaraşır bir şekilde yaşaması için ona yol gösterecek kılavuzlar ve uyulacak prensipler göndererek rehberlik etmiştir ki bu prensipler bütününe “hak din” adı verilmektedir. Bu hak dinin adı, İslam’dır.
Kitaptaki anlatımıyla İslam’ı terim olarak incelersek, bir şeyi halis kılmayı, karışıksız (sonradan türeyenlerden hariç) yapmayı ifade eder. İslam, hak yolda doğruyu arayan ve doğruyu arayanlarla beraber salim kalmayı da ifade eden “barış” manasını da taşır. İşte Müslüman olanlar bu yolda doğruyu arayanlardır. Yeryüzünde beraber yaşamaya mecbur kalan insanlar, aynı zamanda en az iki farklı inanış grubunda bulunurlar. Bir tarafta ilahi lütuflara müteşekkir ola ola yaşayan müminler; diğer tarafta verilmiş nimetlere teşekkür etme nezaketini göstermeyecek kadar kaba, büyük nankörler bulunur. Müminler münkirleri hakka davet ederek, münkirler de bu davete kulak tıkayarak zıtlıklar arz ederler. Müminlerin hakka çağrıları zalim sekülerler tarafından, çeşitli bahanelerle, engellenmeye kalkınca da ister istemez insanlar arasında kavgalı durumlar belirir. Artık kaçınılmaz olan bu kavgada müminler mücahittir, münkirler cühut’tur (bilerek yapılan küfür). Mücahit olmayanların İslam gerçeğini anlayamamaları normaldir…
Kitapta İslam’ı anlamayan, onun adil hukukunu hiç anlayamaz diye bir cümle geçiyor. Bu cümle hem hoşuma gitti hem de beni düşündürdü. Şüphesiz yüce Rabbimiz tüm dünyayı bir nizam ve hukuk içerisinde yaratmış ve ilahi kitabımız Kur’an-ı Kerîm’de bize bu nizam ve hukuktan bahsetmiştir. Adil Rabbimiz Kitab-ı Hâkim’inde “Ey salim akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır...” buyurduğu için bu öneriyi az da olsa uygulayan bir toplumu, tarihte ve günümüzde tasvip eden bir hukuku, kendilerinin olanca vahşetlerini, aldatılmış insanlardan gizleyerek, vahşetle suçlayan sekülerist kafayı ayıplamayan tefekkürsüz kafalar, İslam’ı anlamamıştır ki gerçeğini anlasın.
Güzel düşünür Mehmet Said Çekmegil’in, kitapta İslam’ı gerçekleştirmekle alakalı bahsettiği bir diğer paragraftaki eleştirisine o kadar hak verdim ki, onun cümleleri ile aktarmak istiyorum: “Behaimî (insan olmadan önce ki beşer) bakışların iştahını artıran; çıplaklıktan daha hayâsız giysilerle sokaklarda dolaşan kadınları aşağı görmeyen sözde aydın(!)lara bakınız. İnanışlarının gereği olan ve saygıdeğer tavırlı hanımefendilerin tesettürüne karşı çıkan zavallı batı hayranlarını uyarmaya gerek duymayanlar, ya da bu konuda konuşacaksa hakkı söylemeyen, susan vurguncular İslam’ı nasıl anlasın?”
Bir diğer önemli nokta ise Kur’an kültürü edinmeden; Allah’ın kitabıyla beşeri eserlerin farkını düşünmeden, bir ayet meali okuyarak kesin fetvalara geçenlere bir şeyler demeyenlerin tutarsız hevesleri kendilerine cazip görünür diyor M. Said Çekmegil. Ve bunlara bir şeyler demeyenlerin, uydurduğu rivayetleri değişik kaynaklardan gelen zayıf haberleri fıkıhsızca ortaya atanların varlığının, insanların kafasını karıştırdığını söyler. Devamında Çekmegil, uydurmacıları bahane ederek, “hadislerin de kaynak kabul edilmesi”ni anlaşmazlıklara sebepmiş göstermeler. Daha da ileri gidenler var, onlar da “Kur’an’ın dışında hüküm kaynağı aramak aldanış, kabullenmek şirktir” diyerek yanlışlarını dayanıksız hükme bağlamış olurlar”, der. Böylesi gayri ilmi zanlarla, ilmi tespitlerin getirdiği ve gerçek haberlerin gösterdiği Sünnet-i Seniye’yi göz ardı etmeye yeltenenler, olmasa da olur, der düşünür. Bir araştırıcının dediği gibi bunlar, “Kur’an’ın manalarıyla oynamak isteyen, fakat buna imkân bulamayınca, Kur’an’ın bir açıklaması olan Sünneti ondan ayırmak…” isteyenlerdir. Ebu Zehra diyor ki: “Değil sünnetle böylesine oynamayı; onunla, yani Sünnetle delil getirmeyi inkâr eden kimsenin (dahi) Müslümanlığından şüphe edilir”. “Sünneti anlamaz bu tip bilmezlerden rahatsız olup, fark edilmez sanılan kargaşaları reddetmeyenlerin, İslam’ın gerçeğini, Kur’an’ın hakikatini kavramaları nasıl mümkün olacaktır?” diyor, M. Said Çekmegil.
Yine altını çizdiğim bir kısım da: Görülen işte odur ki, ahirete iman etmeyen dünyayı putlaştırır. Kendisini ve tüm tesir sahasını sapık sosyalizmin tesirinden alayım derken, zalim kapitalizmin içine atar. Oysa dünyayı, ahireti kazanma yeri olarak bilen müminler, seküler çıkarlar için değil, tüm emeklerinin karşılığının ebedi saadet olacağına iman etmiş olmanın huzurlu şuuruyla çalışır; çalışkan olur, der.
M. Said Çekmegil bir başka paragrafta, insanlar eğer maddeci zalimlerin elinde kalan şu dünyanın, acımasız ve hayâsız manzaralarından rahatsızlarsa, dolapçı düzencilerin tecrübe tahtası olmaktan kurtarmaya çalışır halde bulunmanın duakârı olmayı yürekten arzularlar. Ve beşeri, vahiyden kopuk kuşkucu felsefelerin; kesin olmayan görüşlerin dogmalaşmasından, fikir anarşistlerinin saldırılarından korumaya çalışanlarla güç birliği yaparlar. Bu aziz çabaların dışında kalan her teşebbüs, huzur arayan dünya için, ya ütopyadır veya aklını çalıştırmadıkları için pislik içerisinde kalan merhametsiz seküleristlerin karanlıklarında bulurlar kendilerini. Batının “Aydınlanma” dediği çağına bakınız; materyalizmin karanlıklarına girme dönemleridir. Ve yine onların “karanlık dönem” saydığı Orta Çağ’a bakınız; Doğusuyla Batısıyla dünyanın görmüş olduğu en aziz ve adil sistemin modelinin oluşturulduğu çağdır Orta Çağ. “Tek dişi kalmış canavar”ı örnek almakta olan fakat batı özentilerinin, İslam adı taşıyor olması, dinini anlamış olması zaten nasıl mümkün olur ki, İslam gerçeğini anlamış olsunlar. İnananlarla inanmayanları bir tutan zihniyet, ya İslam gerçeğini tanımamıştır ya da Kur’an’a inanmadığı için bu gerçeği göz ardı etmiştir. Kaliteli düşünür M. Said Çekmegil, kitapta Hümanistlerin insancılığından bahseder, biraz araştırılıp incelendiğinde bunların sahtelikten başka bir şey olmadığını ifade etmiştir. Şahsi ifadeleriyle: Kendileri gibi düşünüp taşınmayanları nasıl dışladıkları görülmüyor mu sanıyorlar? Sözde aydınlarıyla dünyaya dayatmaya çalıştıkları hümanizm; insanlar arasında mümin-münkir ayrımına gitmeden, aldattıkları adamlarını bir yerde toplayıp rahat rahat sömürmek temeline dayanır. Düşünenler sahteliklerine işaret edince de dünyalarını başlarına yıkmak isterler. Bilmezler mi ki, İslam sahteliklerden, sömürücülüğün her türlüsünden münezzehtir.
Kitabın sonlarına doğru bir kısım da yazar diyor ki: Müslümanca düşünürsek görürüz ki, temel hakları halk değil; hak tayin eder. Külli hak, yaratılanların değil, yaratanındır. “Allah Hakkın ta kendisidir”. “Bütün meratib-i hak O’nundur.”
Başka bir paragrafta, kadın-erkek, üstünlük ve takva gibi kavramlardan bahsediyor. Ve diyor ki: Allah’a muhatap olmak, cennete layık bir fıtratla yaratılmak gibi hususlarda erkek ile kadın arasında hiçbir fark görülmediği; kadın da erkek de aynı temel haklara sahip bulunduğu ve yalnız neslin meşru şekilde üretilmesini temin etmek bakımından değişik görevler yüklenmiş bulunması cinslerin birbirlerinden üstünlüğünü göstermez. İnsanlar arasında üstünlük ancak takva iledir. İnsanlar arasındaki değer ölçüsünün takvadan başka bir şey olacağını sanan kimselerin İslam’ın gerçeğini anlamış olması biraz zordur.
Son olarak “Ve Özetle İslam’ın Gerçeği” bölümünde altını çizdiğim kısımlar da yazarın ifadeleriyle:
Geçici bir pahaya dinlerini sattıklarının farkına varmayan insanlarımız, iblislerin cazip gösterdiği pragmatik tekliflerini reddedemeyen kimseler, modellerindeki yüce kişiliği gösteremeyip, inançlarından tavizler veren modernistler İslam’ın gerçeğini anlayabilirler mi? Anlar gibi olsalar bile, dünya refahını bir yana iterek, gözlerini açıp, temel gerçek olan ahireti öne alıp ebedi saadete koşmayanlar, örnek Resulün gerçekleşmiş olan asıl modelini esas almayanlar, İslam’ın gerçekliğini yakinen idrak edemezler elbette. İslam’ı yaşamanın örneği onu ayakta tutan müeyyideler, onun alametidir. Allah kendisine sıhhat vermişken namaz kılmayan, oruç tutmayan; servet vermişken zekât vermeyen; ömründe bir kere olsun Kâbe’yi ziyaret etmeyen kişi, İslam’ın gerçeğine ulaşabilmiş olur mu? Namaz ki, rükûdur, sücuttur; duaların başıdır. Onsuz bir mümin düşünülebilir mi? Namaz; sürekli bir yüceliş ve yükseliştir: Münkerden ma’rufa, kötülüklerden iyiliklere, zulümattan nura, tekebbürden tezellüle, dünyevilikten uhreviliğe, nefsin ve şeytanın esaretinden ilahi yüceliğe doğru bir yüceliş, bir geçiş ve bir inkılaptır. İslam’da tefekkür aydınlığın temelidir; fikri bir tarafa iten, ilmi çalışmayı unutan doğru düşünmeyen hiç kimse İslam’ın gerçeğini anlayamaz, çünkü “düşünmek farzdır.”
Yorumlar
Daha önce yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yazmak ister misiniz?