İman Anlayışımız kitabından
Ömer Muhsin tarafından
Tarih: Mart 2021
İMAN ANLAYIŞIMIZ
Öncelikle genel bir değerlendirmede bulunduktan sonra kitabın bölümleri arasında dikkatimi celbeden kısımlara işaret edeceğim. Kitabın üç dört sayfalık farklı yazılardan oluşuyor olması okuyucuyu okuma kolaylığı açısından rahatlatıyor. Ancak yer yer tekrarlar barındırdığı için de biraz sıkılmaya yol açabiliyor. Ben kitabı farklı zamanlarda azar azar okuyarak bu olası sıkılmanın önüne geçtiğimi düşünüyorum. Yazıların dili oldukça vasat olmakla beraber okuyucuyu hareketlendiren bir ritmi vardı. Dilinin vasat olması da yazıların – söylevlerin muhataplarıyla alakalıydı anlaşılan. Üslubuna dikkatimi topladığımda şunu fark ettim: Bugün piyasada temel mevzulara böyle bir üslupla değinen çok fazla metin yok elimizde. Piyasada okuyucuyu hareketlendiren ve bir eyleme sevk eden metinler nispeten sığ olurken, derinlikli meseleleri ele alan metinler de dili ve üslubu itibarıyla çok sınırlı bir okuyucu kitlesine hitap etmekte. Bu nedenle benim için bu kitabı değerli kılan iki özellikten birisi dili ve üslubudur. Öyle ki, yeni liseye başlayan bir talebenin de üniversite son sınıfta okuyan talebenin de kitaptaki yazıları okurken sıkılmayacağını tahmin ediyorum. Yazıların kaleme alındığı zamanla günümüz arasında geçen zamanı dikkate alırsak üslup olarak böylesi bir kalıcılık her yazara nasip olmaz doğrusu. Dil ve üslubunun yanında benim için metnin ikinci bir önemli noktası ise içerdiği tarihi yaşanmışlıklar. Bir tarihçi olmamın getirisidir belki kitabı okurken altını çizdiğim, not aldığım yerler daha ziyade aktardığı tarihi malumatlar oldu. Örneğin Büyük Doğu’nun bir mecmuadan bir cemiyet oluş hikayesine daha önce denk gelmemiştim. O sürecin bizzat faillerinden olan Said abinin anlattıkları İslamcılık hafızası açısından da önemi haiz diye düşünüyorum. 1951’yılında cemiyetin kendini fes etme sebepleri maalesef bugün hala baki mesela. Kitap bir bütün olarak hoşuma gitti, ancak kitabın temel iddiaları işte şunlardır diye bir liste yapmanın pek mümkün olmadığı kanaatindeyim. O nedenle daha ziyade benim fark edebildiğim hususiyetlerine dikkat çekeceğim.
Kitaptaki bazı cümleler duvara asmalık mottolar kabilinden vurucu ve tesirli. “İhtilafları bilmek mümini fakih kılar.” Bu cümle her ilim talebesi için vird-i zeban olacak nitelikte ehemmiyete sahip. Bizim, üniversiteler veya medreseler olsun, eğitim sistemimizde ihtilaflar ve meselelerin sınır durumları çok öğretilmez. Daha ziyade genel bilgiler verilir. Zaten sınır durumlarını takrir edebilecek nitelikte hocalar da pek kalmadı maalesef. İşte Said ağabeyin bu sözü zamandan ve mekândan sıyrılmış bir hakikate işaret etmesi açısından dikkate şayandır.
İman başlıklı yazı, kitap içerisinde aklımda en çok kalan yazı oldu. Bunun sebebi iman ile dava arasında kurmuş olduğu irtibattır. İnsanın sair canlılardan ayırt edilen en temel vasfı akıl sahibi olmasıdır. Akıl sahibi olan kimseler öyle veya böyle bir şeyleri kafalarına takarlar, bu akıl sahibi olmanın lazımlarından biridir. İşte bir dava sahibi olmak da kafaya bir şeyleri takmakla başlar. Dava sahibi olmayan kimse esasında kafasına bir şey takmayan kimsedir. Kafasına bir şey takmayan kimse ise kendisi ile hayvanat arasındaki en temel özelliği yani aklını kullanmıyor demektir. Kurmuş olduğu bu bağlantı bende yeni düşüncelerin tohumu olduğu için çok beğendim. Bu yazının devamında vahyi miyar alan davalar ile vahyi değil de arzularını ölçü kabul eden davalardan ve bunların temsilcilerinden bahsediyor yazar. Resuller ile feylesofları bu iki davanın öncüleri olarak takdim ediyor. Hak davanın temsilcileri olan resuller tarih boyunca birbirlerini doğrulamışlar ve sonra gelen bir öncekini hep tasdik etmiştir. Bunun nedeni taşıdıkları davanın miyarının vahiy olmasıdır. Feylesoflar ise tarih boyunca hep birbirlerini yalanlamışlardır, sonra gelen bir öncekini yalanlamış ve kendisinin getirdiğinin farklı olduğunu iddia etmiştir. Bunun sebebi ise bu dava sahiplerinin davalarının miyarı arzuları olmasıdır.
Müslümanın gündeminden bahsederken insanın yaşadığı coğrafyayı, içinde bulunduğu zamanı çok iyi bilmesi ve tahlil etmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Said Çekmegil, “yaşadığı coğrafya Mekke dönemine mi yoksa Medine dönemine mi benziyor, kendi gücü neye yetiyor neye yetmiyor..” derken buna işaret ediyor ve herkese kendi durumuna göre ayrı reçete sunuyor. Kişi, yaşadığı zamanda ve zeminde yapması gereken en doğru şeyin ne olduğuna zamanı ve zemini ihmal ederek karar veremez. O nedenle bunu böyle bir temsille zikretmesi çok önemli. Bir anlamda da siyer okuma metodu önermiş oluyor Said ağabey.
Sünnet ile prensipler arasında kurduğu irtibat da etkileyiciydi. Peygamber efendimizin (sav) sünnetleri bir anlamda ortaya koyduğu prensiplerdi ve prensipli yaşamak sünnete mutabık yaşamaktı Müslüman için.
Said Çekmegil’in sünnetullah kavramını ele alırken ortaya koymuş olduğu bakış açısı bir sosyal bilimler talebesi olarak ufkumu ikiye katladı diyebilirim. Doğa bilimlerindeki pozitivist bakış açısı doğadaki sürekliliği modelleyerek onu mekanik bir forma büründürmeye ve bu zaviyeden bir doğa anlatısı sunmaya çalışır. 19. yüzyılda insanla ve topluma meşgul olan bilim adamları doğaya uygulanan bu bakış açısını insana ve insanın temas ettiği sosyal oluşumlara da tatbik etmeye girişti. Comte’un fizik sosyal tabiri fizik dünyada çalışan kanunların toplumun dinamiklerini anlamlandırmada kullanılmasının örneklerinden birisidir. İşte nasıl ki doğada var olan düzeni-adeti sünnetullah diye isimlendiriyorsak sosyal bilimlerdeki sürekliliği ve modellere konu olan düzeni sünnetullah diye isimlendirmek mümkündür. Bu bahsi okurken içinde sünnetullah kavramı geçen bir sosyoloji dersi hayale ettim.
Kitapta daha birçok ufuk açıcı bakış açısı var. Yukardakilerle iktifa edelim.
Yorumlar
Daha önce yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yazmak ister misiniz?