Merve Kılıç tarafından

Tarih: Mart 2021

 

İMAN ANLAYIŞIMIZ

Kitap, M. Said Çekmegil’in dilinden kendisini tanıtmasıyla başlıyor. Çocukluğundan beri okuma yazmaya hevesli olan Çekmegil 18 yaşında evlenmiş, ilk çocuğu 6 aylıkken askere gitmiş, askerden döndüğünde kendi ifadeleriyle: Biraz militan, biraz politan hepsinden çok da okuyup okutan edalar içerisinde olduğunu belirtmiş. Baba mesleği olan terziliğe devam etmiş. O yıllarda, Millet mecmuasına moral vermek için kısa bir yazı kaleme alarak İstanbul’a yollamış. Bu yazı vesilesiyle, Millet mecmuası “Millet Gözüyle Milli Davalar” başlığıyla okuyucularına bir sayfa açmıştı. Yazının dikkate alındığını gören Çekmegil bu tür çalışmalarına azim ve kararlılıkla devam etmiş. İman Anlayışımız kitabı, birinci bölümde M. Said Çekmegil’in çok değerli fikirleriyle derlediği konuları açıklarken, ikinci bölümde bizlere konferanslarından notlar sunmuştur. Kitapta yazarın altını çizdiğim cümleleri, beğendiğim ayetleri paylaşmak isterim. “İmandır o cevher ki ilahi ne büyüktür, İmansız olan paslı yürek sînede yüktür.” (M. Akif). M. Said Çekmegil, iman kelimesinin anlamından bahsederken bu kelimenin gönül sükûneti ve davasından endişe duyma korkusunun ortadan kalkması olarak tanımlar ve de iman kelimesinin emin yani güven kavramından türediğini söyler. Allah’ın insanlara verdiği nimetlerin başında olan aklın temel fonksiyonu düşünmektir. Gerçekten de arzularla düşünceleri birbirinden ayırmayan kimseler gördüğü her sarı madeni altın zannederler; aldanır ve aldatırlar. Altını bakırdan ayırabilmek için mihenk taşına nasıl ihtiyaç varsa arzu ve isteklerimizle düşüncelerimizi birbirine karıştırmamak için de temel bir miyara ihtiyaç vardır. Miyarı, ölçüsü olmayanlar, değil manada, maddede bile sıhhatli bir alış-veriş yapamazlar. İşte bu miyar yani ölçü iman ile elde edilir, diyebiliriz. İnsan bir iddia sahibi olmak mevkiindedir. İddialar imanlaşırsa kişiyi dava sahibi kılar. Bu dava hak da olabilir batıl da… Ne olursa olsun insanoğlu iddiasının doğruluğundan eminse bu bir imandır. Bu iman vahyin aydınlattığı haktan geldiğinden emin olunca mümin olur ve insanı şahsiyet sahibi kılarak yüceltir. Merhum Seyyid Kutup, “Şüphesiz ki iman dille söylenen bir laf değildir; sorumlulukları olan bir gerçek, kendine has ağırlıkları olan bir emanet, sabrı gerektiren bir cihat işidir” diye açıklar imanı. Yine şüphe yok ki Allah en merhametlidir. İnsanoğlu, bir zaman imanın kontrolünden çıkıp da ayağı kayar da bir günaha düşerse bile, tövbe ibadeti ile yenilenip ecirlenebilir. Kişi ömrünün ne kadar olduğunu bilemiyor. Ebedi saadetini unutamayan mümin, sorumlu olduğu vazifelerini, helal kılınmış işlerini aksatarak yersiz hesap kitaplarla gündemini seküler çizgilerde heder edemez; etmemelidir. Örneğin kâinatta tek bir mümin kalsa o da yalnız kendisi olsa, ebediyetini gölgeleyecek gündemlerle işini aksatamaz. Çünkü mümin daima kârlıdır. Ona bir hayır dokunsa şükreder, kârlı çıkar; bir musibet uğrasa ondan kurtulmanın yollarını ararken sabreder, yine kâr eder. Ve mümin taze ekine benzer; rüzgâr estikçe yatar yine kalkar… Çünkü mümin kâfirin benzetildiği gibi çam ağacı değildir ki yıkıldı mı kalkmasın. Asr-ı Saadet’e şeref veren o muttaki müminlerin elinde bugünkü teknolojik imkânlar olsaydı dünyamız insanlığın yüz akı olmaya devam ederdi. Hâlbuki bugün yeryüzünde İslam’a model olabilecek bir yönetim biçimi görülemiyor. Çünkü tahkikî değil taklidî bir zemine oturtulmuş, fıkhetmeyen, adı İslam olan çoğunluğu ile İslam’ı bilmeyen böylesi toplumlar, İslam’ı hayata geçiren nizamı oluşturamaz. Öyleyse yeniden İslam’a yönelmeliyiz. İnsanları hakka çağırırken güzel hareket etmenin makul yollarını aramalıyız. Aksi takdirde cahiliyeye yaranmak için taviz üstüne taviz verenler kendi kendilerini tehlikeye atmış olur; kişiliklerini de kaybetmiş olurlar. Bu kötü akıbete düşmekten Allah’a sığınmalıyız. Takva da işte budur. - Öyleyse Müslümanlar kimlerdir? Müslüman kendisine en büyük nimetlerden biri olarak verilen aklı güzel çalıştıran, saf “Hanif” fıtratını korumaya çalışan her ciddi araştırıcı insandır. Mükellef olan her mümin ister babası, ister evladı kim olursa olsun insanlar güç ve imkânlarıyla herkesi ancak Allah’ın dinine çağırmakla yükümlüdür. Davasının doğruluğundan emin müminler üstünlüğün ancak muttakilerde olduğunu bilirler, yaşlı olsun, genç olsun fark etmez… Günümüzdeki kısır beyinli bilmezler, Allah’ın resulüne karşı olanlarla mücadele eden kardeşlerine, Allah’ın azabından korkmadan “sünnete karşıdır” diye iftira ediyorlar. Fâkihe annemiz Hz. Aişe (r.a)’yı, şefkatli bacımız Hz. Fatime (r.a)’yı Kuran’ da bizzat övülen Hz. Meryem Ana’yı teslimiyete yüce örnek Hz. Hacer misüllü büyük hanımefendileri tanımıyorlarsa bile günümüzdeki muhtereme, mütesettire hanım kardeşlerimizi örnek almazlar da neden mesela Marilyn Monroe, Sofia Loren gibi herkesin eğlencesine meze olan zavallılara özenilir? Sadist ruhlu fasık müzekkerlere yem olarak yaşatılagelinen ve kabak çekirdeği eğlencesi haline getirilen bazı Batı kompleksli müenneslerden, artık ilgileri çekemez hale geldikten sonra kendilerini yok edenlerden ibret alınamaz mı? Kadın haklarından bahseden, aslında iştahlarının kölesi olanlar, kadını yolda, sinemada, ekranda, ticari ilanlarda sermaye olarak kullanagelenler, ne tür sahtelikler sergilediklerinin farkındalar mı acaba? Hakk’ın hakkını tanımayan mültecilerin, insan haklarından bahsetme acayipliğine dikkat ediliyor mu? Bir de kadın haklarından bahsederken, hanımlarını insan sınıfına koymadıklarının farkındalar mı? Elbette kadının da, erkeğin de birbirlerinde hakları vardır; ama olanca hakları kendileri gibi insanlar değil eşyayı yaratan, insanları yaratan, haklarını da gösteren ancak ve ancak Cenab-ı Hakk’tır. Bütün bu gerçeklerden giderek anlayabiliriz ki insanoğlu iyinin kötünün ölçüsünü kendisi koyamaz. İnsanı kendisine muhatap edinen yüce Fatır-ı Azam, yarattıklarının niteliğini bildiği için iyinin de kötünün de kriterini bizzat kendisi elçileriyle bildirmiş bulunuyor. Bu bildirileri kabullenmeyen ilme muhatap olmaz. Allah’ın kötü olarak bildirdiği hallere müsamaha etmek, insanı İslamî kimliğinden alıp götürür. Dün ve bugün birçok kardeşlerimizin, beşeri heyecanlarını kontrol edemeyerek, emrolunduğu gibi değil de arzuladığı gibi tutum ve indî kanaatlerle İslami kişiliklerinden azar azar uzaklaşmaları ve ilkin kendi adına, sonra İslam adına şer cereyanlara kapılmaları inanışlarını zıddıyla açmaları hiç de mecbur değilken taviz üstüne taviz vererek, Müslümanım diye diye gayri İslamî sistemlerin havarileri rolünü almaları… Elbette ki başta gelen bir hıyanetten değil, hüsnüzan ederek söyleyelim, fıtrattan gelen mefkûrecilik gayretinin İslamî müeyyidelerle kontrol altına alınmamasındandır. Sen ve ben; insanoğlu, çocuk değilsek, bunamamışsak, maymunlaşmamışsak, nebatlaşmamışsak, melek olmadığımızı da idrak etmişsek; sevap ve hatalarımızla beraber insan olduğumuzu unutmayıp, cinden ve insandan oluşan şeytanın şerrinden, nassın rabbine sığınalım. Muttaki bir hayat sürdürebiliyorsak; sabr u sebatla imanî kişiliğimizi sürdürebiliyorsak ne mutlu bize, Saidlerdeniz demektir. Değil de sekülerist bir hayatı sürdürüyorsak Allah’a sığınırız, bizleri samimi [Nasuh] bir tövbeden başkası kurtaramaz. Ey Rabbimiz! Takat getiremeyeceğimizi bize taşıtma. Bizi bağışla; sensin sahibimiz, biz şükrolsun sana müteşekkiriz; nankörlere karşı bize yardım et… Allah Resulü bir hadis-i şeriflerinde: “Allah’ım gelecek için keder ve endişe etmekten, geçmişe gam ve tasa çekmekten, iktidarsız ve beceriksiz olmaktan, gevşeklik ve ağırlıktan, cimrilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, haksız ve zalim kimselerin tasallutundan sana sığınırım.” Buyuruyor ki bir mümin için korkaklığın, geçmiş ve gelecek için yersiz evhamlara gaflet göstererek düşmenin, gevşekliğin vb. yüz karasından başka bir şey olmadığı ve korkunç neticeleriyle bizi ikaz etmiş bulunuyor. M. Said Çekmegil, “Türkiye’de Kuran’a Yaklaşımlar” adlı panelde ki ikinci oturum kısmında “Kuran’a Yaklaşımlar”da mâniaları oluşturan faktörlerin neler olduğunu açıklarken materyalist 19. asrın şerrinden kurtulmak için çabalayan fikri çırpınışlar var ama henüz gereği kadar vahye muhatap olacak bir kapı ardına kadar açabilmiş değil. Bu zalim despotizmin dünyacı kıldığı mideci zihniyetler de, büyük ekseriyetleriyle, Kuran’ a eğilmeyi zorlaştırmaktadırlar. Bunlar da yabana atılmayacak mânialardır ve meydanları olanca kalabalıklarıyla bunlar işgal etmiş bulunmaktadır. Bu kalabalıkların, midelerine verdikleri önem ve dikkati kalplerine yöneltmedikçe Kuran’ı anlayabileceğini sanmanın ütopya olacağı düşüncesindeyiz, der. Bu satırlar Çekmegil hocamın İman Anlayışımız kitabından yararlandığım cümlelerdi. Son olarak kendime bu kitap bana neler kattı diye sorarsam şöyle özetleyebilirim ki bazı kavramlar üzerinde daha detaylı bilgi sahibi olmamı, kavramlar hakkında anlam ufkumun genişlemesi, kitaptaki ayetler ve örneklerle de pekiştirmemi sağladı. En çok da M. Said Çekmegil gibi çok değerli bir Müslümanı kulaktan dolma duyumlarla değil de çok daha yakından tanıma fırsatına sahip oldum diyebilirim. Onun da bitirirken dediği gibi Selam Size…

Yorumlar

Daha önce yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yazmak ister misiniz?

Yorum Yaz