Esra Yıldırım tarafından

Değerlendiren: Esra Yıldırım

Tarih: Haziran – 2021

İKTİSAT ANLAYIŞIMIZ

İktisat, nimete şükür ve hürmettir.” – Bediüzzaman S. Nursi

Günümüzde iktisat kavramı her ne kadar yalnızca “ekonomi” olarak tanımlansa da kökenine baktığımızda herhangi bir şeyin amacına uygun kullanılması, (tasarruf etmek) anlamına gelmektedir. Bizler maddi varlıkları amacına uygun kullanmadığımız gibi, bizleri ebedi hayata hazırlayan, bizler için yaratılmış olan, içinde yer aldığımız bu hayatı ve zamanı da çok fazla iktisatlı kullanamamaktayız. Bunun yerine, hayatı ve içerisinde yer alan her şeyi büyük bir müsriflikle ziyan ederek amacının dışında kullanmaktayız. Bu hayatta yaptıklarını, söylediklerini, yediklerini, giydiklerini… her şeyi bir amaca göre yerine getirmektedir insanoğlu. Bizlere verilen bu hayat ve ömrü, İslam gerçeğinden uzakta, edebi aleme göre değil, bu fani dünya özelinde yaşayarak, amacından sapmış bir şekilde kullanmış oluyoruz. Bu sebeple yönümüzü çevirdiğimiz şeyler, amaçlarımız ve bu amaçlara ulaşma yollarımız da yine aynı şekilde Müslümanlıktan çok uzaktadır. Unutmamalıyız ki İslam iktisadını doğru bir şekilde anlayıp hayatımıza geçirmediğimiz sürece günümüz iktisat anlayışı noktasında da yaptıklarımızın ve elde ettiklerimizin hiçbir mana ve değeri yoktur.

M. Said Çekmegil’in “İktisat Anlayışımız” adlı eseri üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde genel hatlarıyla yaşanılan tüm sorun ve sıkıntıların toplumların inanç noktasındaki eksikliklerinden kaynaklı olduğu, içinde bulunduğumuz dönem ve toplumlar itibari ile fakirliğin ve zenginliğin arasındaki uçurum ve eşitsizlik gerçeğinden, iktisadi konuda tarih içerisinde toplumların ve şahsiyetlerin bazı görüş ve iddiaları, solculuk- sosyalizm- Bolşeviklik-komünizm gibi kavramların birbirleriyle bağlantılı ve birbirlerini doğuran kavramlar oldukları anlatılmaya çalışılmıştır.

Yazarın birinci bölümde anlattıklarından yola çıkarak diyebiliriz ki, özellikle de içinde bulunduğumuz yüzyılda İslam’ın farklı akımlarla veya görüşlerle bir arada düşünüldüğü veya iç içe olduğu gibi bir yanılsama veya hurafe vardır. İslam adına sürülmeye çalışılan bu çamura karşı söyleyebiliriz ki İslam dini, hiçbir akım ve görüşe ön ayak olmadığı gibi hiçbir akım veya görüşten de etkilenmemiştir. Çünkü İslam, en temel ve hak olandır. Aksine tüm akım ve ideolojiler İslami bir yaşantıdan uzak insanlarca ve toplumlarca ortaya çıkmaktadır. İslam’ın olduğu bir yerde böyle kaynaklara ve temellendirmelere ihtiyaç yoktur. M. Çekmegil’in de dediği gibi İslam’ın doğru saydığı bir şeyin, bir akımca veya tarafça da doğru sayılıyor olması ikisinin de ortak hareket ettiği manasını taşımaz.

Eserin birinci bölümünde yazar hastalıkların imanî olduğundan bahseder. Burada konuya açıklık getirerek toplumların karşılaştığı sorun ve çıkmazların bir inanç yoksunluğundan kaynaklandığını dile getirir. Burada akıllara Auguste Comte’nin insanlık dini teorisi gelmektedir. Comte, toplumları bir araya getiren ve bir arada tutan asıl şeyin dini inançları olduğunu ve aynı şekilde bir toplumu bölüp parçalamak için, o toplumun sahip olduğu dini inanç noktasında, inanç ayrılığına düşürmenin yeterli olacağını düşünür. Max Weber de tıpkı Comte gibi dini inancın böyle bir etkisinin varlığını kabullenerek Protestanlığın özellikle de Püritenliğin, Kapitalizmin doğuşu üzerindeki etkisinden bahseder. Buradan yola çıkarak yazarın da dediği gibi tarih boyunca ister batıl olsun ister hak, toplum hayatında beşeriyete, sahip olduğu inancın yol gösterdiği, bireyi ve toplumu şekillendirdiği, bir gerçektir.

Yazar, birinci bölümde iktisadın ne zaman ortaya çıktığı noktasında bir genelleme yapmamış olsa da genel olarak söyleyebiliriz ki ekonomik açıdan iktisat, insanların yerleşik hayata geçerek tarımla uğraşarak artı ürün elde ettiklerinden bu yana iktisat hayatına girilmiştir. Teknolojinin gelişmesi beraberliğinde ihtiyaçların karşılanması, yerine yeni ihtiyaçların, gereksinimlerin gelmesine sebep olmuştur. Bu da insanların iktisatlı bir yaşamın tersine, israfın ön planda olduğu bir yaşam şeklinin hüküm sürdüğünü gösterir.

Birinci bölümde yazar, William Faulkner’ın “Kapitalizm ve komünizm bir gün yok olacaklar ama insanlık devam edecektir.” Sözünü paylaşırken aynı zamanda bunu temenni ettiğini görüyoruz. Fakat kapitalizmin yok olması, günümüz Dünyasının varlığına oldukça aykırıdır. Zira tüm çarkların bu kapitalizm ekseninde döndüğü, insanlığın da aynı şekilde bu yönde asimile olduğu bu çağda, böyle bir şeyin varlığı için tüm düzenin evriminin, geriye doğru, bir gerilemeyle yol alması gerekir.

M. Çekmegil Komünistlerin “sosyal adalet” kavramını eleştirirken adalet ve eşitlik kavramları üzerinde durmaktadır. Biz insanlar çoğu zaman adalet ve eşitlik kavramlarını ayırt etmekte zorlanıyor, iki kavramı bir sayıyoruz. Komünizmin eşitlik üzerinde durması adalet üzerinde de durduğu manasına gelmemektedir. Bir toplumda ekonomik anlamda eşitliğin olması ne mümkün ne de doğrudur. Eşitlik mülkiyet üzerinde olduğu sürece adaletten bahsedemeyiz ancak bir yerde adalet varsa orada eşitliğe de ihtiyaç duyulmaz. Bir toplumda ilerlemenin mümkün olabilmesi için rekabetin olması şarttır. Bu sebeple komünizmin rekabet ortamından uzak düzen anlayışı ilerlemeye de engeldir.

İkinci bölümde yazar, iktisat kavramına biraz daha açıklık getirerek maddi yönünün dışında, manevi yönüne de açıklık getirir. Şunu bilmeliyiz ki en başta nefsimizi, bedenimizi ve bu hayatta geçirdiğimiz zamanı, kısacası yaşamı, iktisatlı kullanmayı öğrenmediğimiz sürece bu fani dünyada mülkiyet kavramında da iktisattan bahsetmemiz mümkün değildir. Aksine iktisat kavramının zıttı olan ve İslam’ın, Müslüman’ın her daim kaçınması gerektiğini düşündüğü israfa daha fazla meyletmiş olmaktayız. M. Çekmegil, İslam’da iktisattan bahsederken İslam’ın insanı ne yalnızca ruhtan ne de yalnızca bedenden ibaret gördüğünü söyler. Ruhun bedenle bir bütünlüğü olduğunu dile getirerek bu bütünlüğün sorumlulukları olduğunu ve bu sorumlulukları yerine getirdiği sürece İslam’a ve onun yaratıcısına daha bir yaklaştığını söyler.

Yazar insanın organları olmadan yaşayamayacağı gibi İslam’dan uzak bir iktisat anlayışının da varlığını pekâlâ sürdüremeyeceğini ifade eder. İslam’da ekonomi imandan ayrı düşünülemez. Bir müminin her alanda olduğu gibi iktisat alanında da Batılıdan önde olması gerekir. Ayrıca bu iktisadi başarısını İslam hukuku adı altında yerine getirmelidir. Kişi patron veya çalışan olsun, her konumda adil ve dürüst olması gerekir. Çalışanın aldığı ücretin karşılığını yaptığı işte vermesi, patronun ise yapılan iş karşılığında cömert ve hakkaniyetli olması gerekir.

Yazar, eserinde İslam nizamından bahsederken, onun koruyucu niteliğinden söz eder. Batı’da her alanda düzenden çok bozma noktasında uğraşlarda bulunulur. Örneğin Batı’da hukuk sisteminde düzenden çok suç kavramı üzerinde durulur, tıpta tedaviden çok, hastalık üzerinde durulurken İslam hukukunda ve nizamında her şey ferdin ve cemiyetin korunması ve sağlığı üzerine kurulmuş ve düzenlenmiştir. Bundandır ki İslam iktisadı da aynı şekilde sefalet ve sömürüden korunmaya çalışılan ve aynı şekilde bireyi ve içinde bulunduğu toplumu korumaya çalışan bir düzende yol alır.

Yazar, eserinde zenginlik konusunda İslam’ın Müslümana yakışanın her türlü zenginliğe sahip olmayı ve bu zenginliklerin iktisatlı bir şekilde kullanılması olduğunu söyler. Fakat bilinmesi gereken bir şey vardır ki kişi, yoklukta insanlardan değil de Rabbinden yardım istediği gibi, varlıkta ve refahta da aynı şekilde bu zenginliği kendisine verenin insanlar değil, Rabbi olduğunu bilerek hareket etmesi gerekir ve yine bu zenginliği verdiği gibi almasını da bildiğini kavrayabilmesi gerekir. Aksi taktirde elindeki malla kurtuluşa ermiş olmaz.

Yazar eserinde, Rabbimizin bu konuda bizden isteğinin, verilen malın azlığına çokluğuna bakmaksızın onu tedbirli ve iktisatlı kullanmayı bilmemiz olduğunu söyler. Eserde İslam nezdinde toplumun öneminden bahsedilirken, bireyin hayrı, sağlığı ve huzuru için çalışmalar yapan bir yapı olduğu ifade edilir. Aynı şekilde birey de kendisinden sorumlu olduğu kadar çevresinden, içerisinde yer aldığı toplumun huzuru ve refahından sorumlu olduğundan bu iki yapı – fert ve cemiyet- birbirinden mesuldür İslam’da.

İslami nizam ve materyalizm arasındaki en büyük fark da İslam’da birey ve toplum, bütün davranış ve çalışmalarını ebedi aleme bir hazırlık olarak yerine getirirken materyalist sistemde fani dünyanın gelip geçici insanları ve toplumları için yapılan bozuk plan ve projeler vardır. Aracı bir amaç haline getiren gayrimüslimlerin kapitalizm veya komünizm gibi her türlü “izm” ler adı altında hurafe düşüncelerini gerçekleştirmeleri, onları eninde sonunda hüsrana uğratmaktadır. Güya sömüren ile sömürülen insanlar arasındaki bu eşitsizliği ortadan kaldırmak için türlü akımlar altında bir araya genel gayrimüslimlerin asıl amacı İslam’ı ortadan kaldırmak hatta yalnızca İslam diniyle de kalmayıp, toplum üzerinde büyük etkisi olan “din” kurumunu tamamen ortadan kaldırmaktır.  Bu kurumu ortadan kaldırdıkları sürece toplumu istedikleri gibi boyundurukları altına alabilir aynı zamanda bir amaç doğrultusunda hareket etmeyen bu insanlara her şeyi yapma gücüne sahip olabilirler.

Yazar ikinci bölümde İslam’ın iktisadi düzen ve toplumsal adaleti, bazı gerçeklikler aracılığıyla mümkün olabileceğini ifade eder. Bunlardan biri Müslümanın zenginliğini yalnızca kendi gibi zenginler arasında paylaşmaması gerektiğidir. Zekâtın ihtiyaç sahiplerine verilmesiyle insanlar arasındaki nifakın azalması amaçlanır. İkinci bir gerçeklik ise İslam’da haram kılınmış olan faizden olabildiğince kaçınmaktır. Dinimizde bir kimse, darda olan kardeşine yardım ederse ve ona borç verirse hayır işlemiş sayılır ve Yüce Rabbimiz de o kişiyi ahirette huzura erdirir. Faizin insanlar üzerindeki en büyük zararı, asıl mülkiyetin ve gücün her zaman bir grubun elinde bulunmasıdır. Bu da insanlar arasındaki asıl eşitsizliği ve düşmanlığı arttırmaktadır.

Yazar eserde, iktisadi düzen ve toplumsal adalet noktasında dikkat edilmesi gereken bir diğer konu da israf olarak açıklar. Bu dünyada bize sunulmuş olan her şey amacına uygun kullanılması ve israf etmeden kullanılması şartıyla sunulmuştur. Bir insan, müsriflikle hem kul hakkına girmiş olur hem de kendisine ait olmayan bir şeye zarar vererek kullanmış olur. Bu da yalnızca bu dünyasını değil, ahiretini de tehlikeye attığını gösterir.

Son olarak kişinin şahsi mülkiyete sahip olması her ne kadar komünizme aykırı olsa da dinimizce herhangi bir sakıncası oktur aksine sünnettir. Kişinin şahsi mülkiyetinin korunması, sahibi kadar içinde yer aldığı toplumun ve devletin asli görevidir. Buradan da anlaşılacağı üzere bir toplumun düzen içerisinde devamlılığını sürdürebilmesi için, onu koruyan ve düzeni sağlayan bir devlete, idari yönetime ihtiyaç vardır.

Kitabı okumaya başlamadan evvel iktisat kavramı özelinde biraz araştırma biraz da tefekkür edip sonrasında kitabı okuyunca fark ettim ki Müslümanlar için iktisat kavramını da birçok şey gibi amacına uygun bir şekilde kullanmamaktayız ve bunun sonucunda da gayrimüslimlerin bu konuda asıl söz sahibi olmalarına ve bu yolla da İslam’ı eleştirmelerine neden olmaktayız. Bir Müslümanın her konuda olduğu gibi iktisat konusunda da büyük örneklik teşkil etmesi gerekir fakat bizler yine birçok konuda olduğu gibi iktisat kavramının da temelinde, büyük eksikliklere (bilgi noktasındaki eksiklikler) sahip olduğumuzdan, bu kavramı nefsimizin bir kölesi olarak yalnızca maddi konularda kullanarak ve bu bilgisizlikle bozuk temeller üzerinden iktisadi bir inşa kurmaya çalışarak insanların, İslam’ın bu noktada bir kaynak olamayacağı düşüncesine sebebiyet vermektedir.

Vesselam…

Yorumlar

Daha önce yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yazmak ister misiniz?

Yorum Yaz