Bilginin Gücü kitabından
Fatih Aydın tarafından
Değerlendiren: Fatih Aydın
Tarih: Kasım – 2021
BİLGİNİN GÜCÜ
Said Çekmegil abi bu kitabında günümüz insanın hayatına yönelik kararlar aldığında temel dayanak noktası olan bilgi kavramını enine boyuna inceliyor. Bu kavramın önemi benim açımdan şuradan gelmektedir. Her şey bilmekle ilgilidir. Dinimizin özünü inanç oluşturur fakat neye inanacağımız doğrudan bilginin alanıdır. Bir bilgimiz vardır ve bunun doğruluğuna iman ederiz. Bu sebeple hayatta her şey bilmekten, bilinen şeyden yani bilgiden doğmaktadır diyebiliriz. Her meselenin özü bilgi olunca bu kavramın değeri ve önemi bir kez daha belirginleşmektedir. Bilginin yolları nedir? Bilgimiz sınırları nelerdir? Henüz bilmediğimiz ama varlığı sabit olan hususların bilgi ile ilişkisi nedir? Bu sorular insanın anlam dünyasını oluşturan temel sorulardır. Bu sorulara cevabı olanların ayakları yere sağlam basar, zihinleri rahat eder, imanları ferahlık getirir.
Böylesi bir girizgahtan sonra takip eden satırlar Said abinin diğer kitaplarına nazaran nispeten hacimli olan Bilginin Gücü adlı eserinden seçme bölüm ve pasajların yorumlanması ve özetlenmesi mahiyetinde olacaktır.
Her şeyden önce elimizde olan tasnif, bilgiyi, fenni bilgi, diğer deyişle insan eliyle elde edilebilen teknik bilgi ve insan çalışmasından azade, bir insan üretiminin mahsulü olmayan içtimai yani sosyal bilimler olmak üzere ikiye ayırır. İnsanların fennin peşinde net sabiteler bulabilirler. Fizik ve matematiğin evreninde kesin bilgi dediğimiz bilgiye erişebilirler. Fakat mesele içtimaiyatı ilgilendirmeye başladığında orada üzerinde uzlaşıldığı düşünülse dahi net ve tek bir doğru bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Bu insanı aciz bırakan durum ilahi bir varlığın düzenleyiciliğini gerektirmesi bakımından en temelde fıtri ve imani bir olgudur. İnsanlar sosyal vakalar karşısında ne gibi refleksler geliştireceklerini bilmedikleri için, hukuk sistemini ne tür temeller üzerinde inşa edeceklerini net sabitelere ve hükümlere bağlayamayacakları için Rabbimiz tarafından bu bilginin bize iletilmesi ve ancak böyle bilinmesi gerekmektedir. Zira Said abinin de vurguladığı gibi “Günün maddeye yönelen insanı, manadan uzaklaşınca kendini büsbütün tanımaz gale gelmiştir”. İnsanoğlunun bilimde bu denli ilerlediği bir çağda ahlaken bu kadar yozlaşmasının da başka açıklaması olmasa gerektir.
Devam eden sayfalarda Said abinin dikkat çektiği konu oldukça önemlidir. Tarihin temel kuralıdır. Tarih yazanının elinde şekillenir. Yazan tarihe biçim verir, anlatı inşa eder. Bu bilim tarihi olunca da en keskin şekilde kendini hissettirir. Aydınlanma sonrası Batı dünyasının inşa ettiği bilim tarihi algısı tüm hikmet ve fennin Antik Yunan’da ortaya çıktığını ve dolaysıyla tarih boyunca batılı bir hüviyete sahip olduğunu iddia eder. Oysa hakikatten uzak bu tarih anlatısı insaflı bazı müsteşriklerin çalışmalarında da gösterildiği gibi büyük bir masaldan başka bir şey değildir.
İslam, Efendimizin vefatını takip eden yıllarda inanılmaz bir gelişme göstermiş ve gerek coğrafi anlamda gerek ilmi anlamda insanoğlunun tarih boyunca tecrübe ettiği en büyük bir yönetimi ortaya çıkarmıştır. İlmin kökeni Doğu toprakları iken gelişim ve atılımı Müslümanların elinde yine bu topraklarda gerçekleşmiştir. Ve sonrasında pamuğundan kağıdına modern hayatın dahi hemen her alanını oluşturan hususlar ilk defa Müslümanların eliyle Avrupa’ya taşınmış ve Batı mevcut teknik dünyasını, gizlediği bir hakikat olan, bizlerin müktesebatı üzerine inşa etmiştir.
Günümüzde dahi halan dahi en hararetli şekilde tartışılmaya devam eden hususlardan birisi de din ile bilimin çatışır bir nitelik mi olduğu yoksa birbirlerini besler özellikler de mi olduğu konusudur. Said abi de bu konuya kitabında detaylıca yer ayırmış ve meselenin önemine dikkat çekmiştir.
Din ile ilmin aynı kefeye sığmayacağını iddia etmek olsa olsa insanın ham düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Bunu iddia edebilmek için sadece koca bir tarihi örnekliği inkar etmek yetmez içinde yaşadığımız çağın sergilediği örnekleri dahi görmezden gelmeyi gerektirir. Said abinin alıntıladığı bir söz bu tartışma üzerinde söz söylemeye en çok hakkı olan isimlerden birisinin, Albert Einstein’ın konu özelinde oldukça net duruşunu sergilemektedir. Einstein’ın dediği gibi “dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür.” Burada belki eleştirilecek noktaları olsa da vurgulanmak isteyen kişinin kendisini bu iki yoldan birinden çeşitli saiklerle soyutlamaması gerektiği ve her ikisini de hedefine varacağı bir ihtimalde aynı anda dayandığı bir mihenk noktası olarak görmesi gerektiğidir.
Devam eden sayfalarda Said abi dinimiz İslam’ın hekimlikten hendeseye, gök biliminden matematiğe kadar hemen her pozitif ilmi nasıl desteklediğini tarihten örneklerle ve bir mantık çerçevesinde güzelce anlatmakta ve gözler önüne sermektedir.
Son bir husus daha var ki konumuz adına oldukça önemlidir. O da İslam’ın ilimden ne anladığı ve ona verdiği önemin özünü neyin oluşturduğudur. Şu ifadeler konumuzu oldukça güzel bir şekilde özetlemektedir: “İlim, en başta eşyanın tabiatındaki sözlü-sözsüz ayetleri anlamanın fazilet olduğunu bilmektir.” Ancak bu idrake erişildiğinde tahsil edilecek sair bilgiler insanın önünde bir kandil olacak ve onu daha mutlu bir noktaya götürecektir. Eşyanın anlamını arayışı bir gaye haline getirmek ve dünyamızı bu gözle yaşamayı kendimize adet kılmak ilim yolculuğumuzun ilk ama en önemli durağıdır.
Yorumlar
Daha önce yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yazmak ister misiniz?