Bilginin Gücü kitabından
Merve Kılıç tarafından
Değerlendiren: Merve Kılıç
Tarih: Kasım – 2021
BİLGİNİN GÜCÜ
İnsan, ne hiçbir şeye gücü yetmez görülen zavallı bir böcek, ne de her şeyi yaparım-ederim diye Nemrutlaşan ahmak bir böcek değildir. O, kendisini var edenin çizdiği istikamette yaratılmışların en güçlüsü, ters yönde ise en aşağısıdır; düşününce yüceleşir, düşünmeyince cüceleşir. Düşünebilmesi için insanın maksadı olmalıdır. Aslında insan gayesi olandır. Gayesi olanın da idealini gerçekleştirecek prensipleri olacaktır. Gayesizler, gayesi olsa da prensiplere bağlamayanlar ilme muhatap olamazlar. M. Said Çekmegil, Bilginin Gücü adlı kitabında bir insan eğer Müslümansa, bilginin kutsal kaynağına yönelmesi gerektiğinden, vakit kaybetmeden bu yönelişin geregi ne ise, nasıl olacaksa, onu aramayı telkin eder. Çekmeğil, ilim ve bilmek kavramlarından bahsediyor. İlim kavramını şöyle tanımlıyor, diyor ki:
İlim, kendisine yaklaşanı, yaklaşabildiği kadar aziz; uzaklaşanı da uzaklaştığı nispette zelil eden, insan için var edilmiş büyük bir güçtür. Bu güç, görme, duyma, anlama, bilme, yoluyla elde edilir. Bilginin gücü, bilmektir. Bilmek; iyi, ama insan neyi bilecek, neleri bilmeyecektir? Ademoğulları, nefsinde, çevresinde dünyasında ve topyekün kainatta zihnini yoran neden ve niçinlerin hepsine birden bir çözüm getirebilecek güçte midir? Elektriği emrine alarak çeşitli hizmetler görülebiliyor ve “her elemanın atomunda bulunan elektronla açıklamasına” çalıştığı enerjinin elde edilme kanunlarını da anlıyor, ama ruh konusunda olduğu gibi elektriğin de niteliğini bilemiyor. Elektronik beyni yapabiliyor, ama elektronik beyni yapan beyni yapamıyor. Deney ve gözler yoluyla sabahları güneşin doğacağını biliyor, ama insanoğlu akşamları ne çeşit ve nasıl bir rüya göreceğini bilemiyor. Fiziği biliyor, ötesini bilemiyor. Görülen odur ki, insanların bildikleri, bilecekleri şeyler yanında bilmedikleri işler de çok çok vardır. Var edilmiş eşyadaki kanunları tanıyıp, ondan faydalanma gücünde olan insan, eşyayı insanlığa nasıl faydalı kılacağını bilemiyor. Bu bir teorik iddia değil, pratik bir durumun tecrübeden geçen tespitidir.
Tek yönlü dünyacıların, fiziki ilimlerle yükselmek için çırpınıp durdukları halde içtimai bilgiler yönünden çok geride oldukları belli olmaktadır. Bunun da sebebi, maddi denilen tabii ilimlerde bunca ilerleyen batının, manevi ilimler de denilebilen içtimai bilgilere alabildiğine göz yummuş olmasıdır.
Eğer eşya ile beraber yaratılmış tabii kanunları tanıyarak ondan faydalanan insanoğlu, onu temel saadeti hayrına nasıl ve ne şekilde kullanacağını kendi kendine bilme gücünde olsaydı, insanlık bugünkü kadar perişanlık içerisine düşer miydi? Maddeye çalıştığı kadar, manayı anlamaya çalışmayan Batılıların, dünyalarını ne hale getirdikleri ortadadır. Günün maddeye yönelen insanı, manadan uzaklaşınca kendi kendini büsbütün tanımaz hale gelmiştir. Tabiattaki hayatiyetin sürdürülmesi kanununun ikili sistemle olduğunu görememiştir. Yaratıcının kitabında bu “çift” yaratılışa işaret edilir. (13/3) Ruh ve beden, gece ve gündüz, müennes ve müzekker; bütün bu dünya hayatı yaratıcının ikili kanunu üzerinde devam ettiği açık bir gerçektir. Ve bu kanunların meydana geliş yolunda yaratılmışların bir dahli bulunmadığı gibi, değişiklik yapamayacağı da görünen realitenin kendisidir. Kitapta bir kısım da, atomun parçalanabileceğini ispat eden meşhur fizik alimi Albert Einstein'ın ‘dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür’ sözü batıdaki düşmanlarının azgınlıklarını biraz olsun geriletmiş bulunduğundan bahsediyor. Kitap da bir diğer kısımda, Senatör Mehmet Özgüneş, Devlet Bakanı olduğu dönemlerde, anlamak isteyenlere şöyle izah etmek istemiş: Gerçekler din ile bilimin çelişmesini gerektirmez. Mesela İslam dini, içtiğimiz ve kullandığımız su temiz olsun, der. Hangi vasıflar taşıyan suyun temiz olduğunu ise bilim tespit eder. Genel kural, ‘temiz olsun’ emri, değişmez. Din müdür, ilim memur olarak aynı dairenin personelidirler. Özetlersek, İslam, insanın saadetini sağlamakla görevli bütün daireleri kuran, geliştiren, kontrol eden; amiri el-Alim olan işlek yolun vasfı, adıdır; ilim de bu yolda görerek yürümek isteyenleri aydınlatan ışıktır ki insanlara, karanlıklardan kurtulmaları için, onu temin etmek birinci ödevdir.
Çekmegil, Müslümanların aslında tarihin erken dönemlerinden beri ilme verdikleri zaman ve gayreti kitapta şöyle anlatıyor:
Müslümanlar tecrübe usulü ise Bacon’un zamanında iyiden iyiye yayılmış bulunuyordu. Yani tecrübe usulünü icat eden Müslümanlardır. Büyük neticeler doğuran iki ilim, matematik ve kimyayı Müslümanlar öğretmiştir, Avrupa'ya. El-Biruni'nin “aks-i fiil” zamanı dediğimiz şeyi keşfetmesi ve El-Kindi’nin (çalışmaları ve başka misaller...) Bunun için tecrübi usulün bir Avrupa keşfi olduğunu zannetmekte tamamen yanlıştır. Bu yanlışlıkları reddeden ve tamamen ilmi olan İslamiyet’in, farklı dallara bakış tarzını kitap da açıklamalarıyla görelim.
Matematik: Diğer ilimlerin gelişmesi, hesap, kitap, yazı ve kayıt ilminin gelişmesi, matematiğe bağlı kaldığı için Müslümanlar ona çok önem vermişlerdir. Sadece sıfırı keşfetmekle ilk defa ondalık sistemini bulup kullanmakla aritmetiğe; üçgenlerin açılarıyla kenarları arasındaki münasebetleri inceleyen Trigonometriyi, keşfetmekle de geometriye hizmet eden bu ilim koluna sağladığı fayda bile insanları insafa getirmeye yeter. Bilmezlerden başka hiç kimse İslam’ın matematiğe karşı olduğunu söyleyemez.
Teknik: Yunanca bir kelimedir. Bilgileri faydalı bir şekilde kolayca uygulayabilmek yolu ve yöntemini ifade eder. İslam'da buna ‘bildiğini işleyebilmek fazileti’ denir; Ne var ki zalim maddecilerin elinde bu uygulama ustalığı sadece dünyacılığın emrinde görüldüğü için, teknik, insanlara fayda yerine huzursuzluk getirmiştir. Batıda tek kanatlı bilimin; tekniğin ortaya koyduğu atom, hidrojen bombası ve yuvaları farkına vardırmadan sokaklarına döndüren televizyon vs. aslında bunlar birer alettir; iyi ellerde faydalı olabilirdi. Ne yazık ki zalim cahiliyenin elinde atom nasıl şeyleri harap edip, binlerce suçsuz insanı vahşiyane katlediyorsa, televizyon da utanma duygusunu yitirmiş iyi ahlaktan uzaklaşmışlar elindeki yuvaları ve içindeki masum yavruları manen helake hazırlıyor.
Henri Bergson’un “Tekniğin, endüstrinin ilerlemiş olması, insani huyların, ahlakın da ilerlemesini iltizam etmez. İnsan, çok bilgili fakat ahlaken çok geri olabilir” demesi bir gerçeğin ifadesidir. Diğer Batılı araştırıcıların da değişik ifadelerle aynı görüşte oldukları söylenebilir. Günün realitesi; kötü ellerde, tekniğin geliştirdiği diğer aletlerde yer yer insanlığın aleyhine kullanıldığı görülüp duruluyor.
Çekmegil diyor ki: Bugün Kapitalist dünyanın sömürüsünden kaçarken, sosyalist dünyanın köleliğine düşen ve bir türlü kurtulamayan insanlığın zavallılığı umumileşmişse, bu işi kolaylaştırıp yaygınlaştırmaya yarayan; teknik, daha doğrusu tekniği putlaştıran makinleşmiş kimselerdir; ki, sırıtan dişleriyle ve olanca çirkinlikleriyle karşımızda görünüp durmaktadırlar.
Bütün bu çirkinlikleri görerek, zalimlerin elinde canavarlıklara alet oluşlara bakarak teknik gelişmeleri yerenleri de, onu put edinerek emrine girenleri de tenkit eden Müslümanlar Bu konuda da ilmidirler.
Tıp: Hekimlerin bilgilerini içeren sağlık bilimleri, insanın hayatı bir konusu olarak, Müslümanların ister istemez ilgisini başından beri çekmiştir. İlmi ilerlemeler, cerrahi keşiflerde müslümanlar hamle üstüne hamle yaparken,13. yy başlarına kadar Avrupa’da kilise “cerrahi ameliyat yapmaktan, Hristiyan dininin kanı sevmediğini sebep göstererek” yasaklamalara gitmiş olduğu kaydediliyor. Dünün Avrupa’sına öncülük eden Müslümanlar bu- Koruyucu Hekimlik- ilme çok değer vermiş; hastalıklarda korunmak için çeşitli öneriler geliştirmişlerdir. Koruyucu hekimlik, model asrın bilhassa ilk döneminde, bu derece güzel uygulanır olmuş ki, örnek site devletinde doktora pek iş kalmayacak şekilde, sıhhatli bir şehir hayatına şahit olunuyor. Bu tutumdan başka tıpla ilgili bir başka tutumda Müslümanların, her şeye rağmen hastalık olunca da tedavi olunmaları emredilmiştir. Bu emir gereği tıp ilmi Müslümanlarda taklit dönemine kadar ilmin zirvesindedir. Müslümanlar eczacılıkta da tabiplikte olduğu gibi Devri'nin önündedir. Temizliği imanda gören Müslümanlar, henüz Avrupa temizlik nedir bilmezken Müslümanlar o dönemlerde sabunu keşfetmişler. En az haftada bir kere yıkanmanın tavsiyesini, örneklerinin prensiplerinde (Sünnet-i Seniye’de) bulmuşlardır.
Bir diğer ise, İbni Sina'nın “Altı yüzyıl Tıp alemine hakim olacak” çapta bir eser vermiş olması ve bu eserin “hem Doğuda ve hem Batıda çok önem kazanmış, yıllarca ders kitabı yerini tutmuş” bulunması gibi çok mühim tespitler, Müslümanların bu dalda da ne kadar ileri olduğunu gösterir. İnsafla düşünülürse, Müslümanların ilme karşı olduğunu söyleyebilmek için insanın akıl hastası olacağını anlamak kolaylaşır.
Tarih-Coğrafya: Siyasi coğrafya ile yakınlığı olan tarih, geçmişe mal olmuş olayları sebep ve neticeleriyle inceler. Coğrafya ise-siyasi coğrafya dışında- yeryüzünün halini çeşitli bakımlardan anlatırken, beşeri tarihlerden daha sıhhatli bilgi verir. Tarih, ancak ilahi vahiyleri taşıyan kaynaklarda, ibret almak sosyal yapıların, geçmişten gelen tecrübeler edilmiş olmak ve olayların sebeplerini anlamak için verilmiş olduğunu görürüz. Mesela, Kur'an Nuh’u (a.s) tanıtır. Ancak bu anlatım, doğrudan ayrılmanın insanları bu geçici alemde bile ne acı akıbetleri düşürdüğünü anlamamız içindir. Onlarda insanlar, yaşantılarına ait örnek semboller bulurlar. Bütün Nebîlerin “kıssa’larında” temsili ibretler vardır. Ayrıca, halk arasında yanlış katkılara uğrayarak masallaşagelen haberlerin aslını; doğrusunu da vererek insanların yanlış rivayetlerin sapmalarından korur. Yaratıcı Kur’an’ı, muhatapları tarafından anlaşılsın “akıl erdirilsin diye Arapça” buyurulan, ibretler taşıyan bir kitap olarak da bildiriyor.
Gökbilim-Astronomi: “Bruno, evrenin sonsuz olduğunu ve güneş alemine benzer sonsuz alemlerden meydana geldiğini ve bütün varlıkların tanrı tarafından yaratılmış olduğunu” iddia ettiği için kilise tarafından idam edildiği dönemlerde çok öncelerde İslam bu çalışmalara; bugünkü çok süratli uzay araştırmalarına ışık tutmuştur. Taklit bataklığının İslam alemine sari hastalıklar olarak sıçrattığı zihin tembelliğini görerek ve göstererek, bu hali İslam gibi ilmiliğe yücelten bir dine mal etmek yanlış olur. İslam gerçekte doğruyu arayan demektir.
Eşyayı, onun tabiatındaki ayetleri bilmeden şeyleri anlamış görünmek zaten öte bir şey olamaz. Kitapta, Batılı düşünür John Dewey diyor ki: İnsanı hayata hazırlamayan ve işe yaramayan her bilgi, sahibini altında ezen bir yüktür. Böylesine bir hamallıktan kurtulmak için Müslümanlar, iki kelimeyi anlamak dahi, iki deve yükü kitabı ezberlemekten daha hayırlı olacağı şuurunu besleyerek; “ilim, bilinen şeylerin devam etmesi sayesinde yaşar” diye, ilmi faaliyetlerin sürdürülmesini önermişlerdir. Çünkü ilim gelişince Hz. İbrahim’in ihtiyaç duyduğu güven ve inanca yücelmek ümitleri çoğalır. İlim, yazılı olmayan tabii ayetler üzerinde bile olsa, onun götüreceği yazılı ayetler üzerin birer mucize olduğunu çok daha iyi anlatabilir. Müslüman, anlamak için ilim edinmek mecburiyetinde olduğunu anlayandır.
Son olarak özetle diyebiliriz ki, ‘İnsanoğlu ilmi aramakla mükelleftir.’ bilmediği bir şeyin ardına düşmemekle emrolunmuştur. (17/36) Bilmezlerin inceliklerini bir şey zannedip uymaması, hatta ilme dayanmayanlardan kalınmaları (7/199) tembih edilmiştir. Bilmedikleri meseleler hakkında bilirmiş gibi hüküm verenler, hem kendilerine, hem kendilerine tabii olanlara yazık etmiş olur. Bir problemin çözülmesini hemen gerektiren bir zaruret bulunmuyorsa, acele edilmemesi, bu hususta bilgi edinmek için lüzumlu çareleri; mesela gaflete düşmemeye çalışan bilenlerden sorarak araştırmak gibi çabalar sarf etmek ve ilmi çalışmaların gereği olarak sabır ile bilginin artmasına talip olmaları önerilmiştir.
Yorumlar
Daha önce yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yazmak ister misiniz?