Bilginin Gücü kitabından
Esra Yıldırım tarafından
Değerlendiren: Esra Yıldırım
Tarih: Kasım – 2021
BİLGİNİN GÜCÜ
İnsanoğlu, doğumundan itibaren kendini, çevresini ve evreni sorgulayarak doğruların ve bilginin peşine düşmüştür. Onu her defasında yeni bir bilgiye sürükleyen etken ise fıtratı gereği sahip olduğu bilme isteği ve bundan duyduğu haz-mutluluktur. Felsefe tarihine baktığımızda doğru bilginin imkânına inananların çoğunlukta olduğunu görmekteyiz. Bunların dışında kalanlar (şüpheciler/septikler) ise doğru bilginin mümkün olmadığını iddia ederek her şeye şüpheyle yaklaşmışlardır. Şüphe insan için iyi bir yatırımdır. İnsan şüpheleri yardımıyla genel geçer şeyleri sorgulamaya ve doğrunun peşine düşmeye çalışır. Fakat her şeyden şüphe etmek, hiçbir bilginin doğruluğuna inanmamak, insanın yerinde saymasına sebep olur. Oysaki doğru bilgi her zaman her konuda mümkün olmamaktadır. Bazen biz insanlar için bazı durumlarda, her zaman kabul gören doğrulardan caymak dahi yanlış değil doğru kabul görürken hele.
Ayrıca her insanın doğruya ulaşma şekli de aklı kadar bir yerde vicdanıyla ilgilidir. Yalnızca akılla kabul görülen bir bilgi, vicdan sahibi bir insanın yanlış olarak kabul ettiği şeylere denk düşebilmektedir. Bilmek, insan tarafından toplumsal bir bağlamda ortaya çıkar. Bu nedenle bilgi, bilme yöntemi veya bilim dediğimiz olay, ortaya çıktığı toplumun, gelenek, tarih, din, kültür gibi özellikleriyle de ilişkilidir.
Bilme nedir? Ne tür bilme biçimlerine bilimsellik atfedilir? Bu gibi sorular çok eski zamanlardan beri sorulmuş ve belli cevaplar etrafında şekillendirilmeye çalışılmıştır. Fakat yine de evrensel ve herkes tarafından kabul edilebilir, kesin cevapları bulunulmadığına inanılmaktadır. Buna göre bilgi, insanlığın en köklü sorunlarından birisi olarak eski çağlarda din ve felsefe çerçevesinde analiz edilmiştir. Kısacası insanın hakikate ulaşma çabasıyla, bilim tarihi, felsefe, sosyoloji ve ilahiyat çok yakından ilişkilidir.
Bilgi, bilim hakkında yukarıda bahsettiklerim, tarih boyunca birçok düşünür ve filozofun da değinmiş olduğu genel geçer noktalardır. İnsanlar hazır bilgi edinme, öğrenme noktasında başından beri farklı kaynakları baz almışlardır. Bilgi edinme noktasında kullanılan araçlara veya kriterlere baktığımızda farklı toplumlarda ve farklı dönemlerde bu her zaman değişkenlik göstermiştir. Buna göre, önceleri insanlar ve insan faaliyetleri, filozoflar ve din bilginleri tarafından felsefe ve din sınırlarında incelenirken, 18. yüzyılla birlikte insanlar aklın, mantığın önderliğinde elde ettikleri doğrularla ilerlemeye başlamış, hem fiziksel hem de toplumsal dünyayı anlamada yeni bir biçim, bakış açısı oluşmuştur. Bu anlayışla, zamanla meydana gelen bütün kurumları aklın eleştirisinden geçirilerek, toplumun dini eğitimi ve diğer tüm toplumsal kurumları aklın ilkelerine göre yeniden düzenlemeye, harekete geçirilmeye başlanmış; insanlığın bilimsellik ve entelektüellik üzerine ilerleyip aynı noktada birleşeceğine ve arkasında sağlam bir kültür mirası bırakacağına inanılmıştır. Bazı akademisyenler, bilim insanları; insanların doğa biliminde incelenenlerden nitelik olarak farklı olduklarını düşünmüşlerdir. İnsanlar farklı olarak düşünen ve öğrenen geçmiş ve gelecek hakkında fikir sahibi olan ve güdü ve muhakemeleri olan varlıklardır. Bu, insanları ve toplumsal yapılarını incelemek için özel bir bilime ihtiyaç duyulduğu anlamına gelmektedir. Bu görüş 1960’lardan itibaren sosyal bilimde “bilim” adına üç yaklaşımın ortaya çıkmasına önayak olmuştur.
İlk çağlardan bu yana insanoğlu çevresini algılamaya, bilmeye çalışmıştır. Bilmek bir yana, bildiklerimizin doğruluğundan, yanılsama ve kandırmacadan ibaret olmadığından, emin olmak ayrı bir sorun haline gelmiştir. Bu konuya bir çözüm getirmeye çalışan ünlü filozof Descartes ‘şüpheciliği’ benimseyerek insanoğlunda en küçük bir şüpheye belirsizliğe yol açan tüm kanıları sorgulamaya yönelmiştir. Fakat bu yöneliş yüzünden en ufak şüphe duyduğu her şeyi bir köşeye atıp geometri ve matematik gibi apaçık kanıtı olan şeylerden dahi şüphe etmiştir. Descartes sonunda çözümü ‘cogito’da bulmuştur. Her ne kadar her şeyden şüphe etse de varlığından şüphe duyamazdı. Bu da hepimizin bildiği “düşünüyorum öyleyse varım”dı.
Doğru bilgiye ulaşmanın akımlara göre farklı yolları vardır. Rasyonalistlere göre doğru bilginin kaynağı akıldır. Ünlü filozof Sokrates’e göre insan doğru bilgiye akılla ulaştığı gibi tüm bilgiler doğuştan bizlerde mevcuttur, biz insanlarsa zamanla bizde mevcut olan bilgileri keşfederiz. Bir diğer akım olan Empirizme göre doğuştan gelen hiçbir bilgi yoktur, insan beyni başlangıçta boş bir levha gibidir; zamanla deneyimlerimizle doğru bilgiye ulaşırız. Auguste Comte’nin sosyal bilimlerde önderlik ettiği Pozitivizme göre doğru bilgiye ulaşmanın yolu olgulardır. Ve son olarak Entüisyonizme göre de doğru bilginin kaynağı sezgilerdir. Aklın, duyuların yetmediği yerde biz insanlar çıkış yolu aramada sezgilerimize yöneliriz.
M. Said Çekmegil, “Bilginin Gücü” adlı eserinde tüm bu yukarıda bahsettiğimiz genel geçer şeylerin ötesinde, bilme, bilgi ve bilimi İslami boyutta hakikat ekseninde ele almaya çalışarak konuya açıklık getirmeye çalışmıştır. Yazar, konuya giriş yaparken ilim kavramına açıklık getirmeye çalışmış ve şöyle çarpıcı bir özellikle nitelendirmiştir: “İlim kendisine yaklaşanı, yaklaşabildiği kadar aziz; uzaklaşanı da uzaklaştığı nispette zelil eden…” bu tanımdan da anlaşılacağı üzere “ilim” istenmediği yerde durmaz! İlmi, bilmek olarak ifade eden M. Çekmegil, neleri bilip neleri bilmeyeceğimiz şeklinde çarpıcı bir soru sorarak anlatıma devam etmiş. Bu konuda önceki eserlerinde de değindiği gibi “faydalı olanı” bilmeye dikkat etmek gerektiğini bilmek gerekir. Bilmek, erdemli olmak ve gerçek mutluluğa ulaşmak… Bu üç kavram da birbiriyle ilişkili ve etkileşim halindedir. Buradan da yola çıkarak kişi, bilme eyleminin aslında çok geniş bir yelpazede ele alınacağını anlayabilmektedir.
Yazar ilerleyen sayfalarda tarihsel süreçte yapılan keşif ve icatlara değinerek, aslında bu keşif ve icatlarla, insanlık büyük bir yanılgıyla, her şeye hükmettiğini düşündüğü yetmiyormuş gibi dünyayı da yaptıkları keşif ve buluşlar doğrultusunda kendilerinin yarattığına inanmışlardır.
Eserin yine ilerleyen sayfalarında “insanı ve insanlığı ele alma sorunsalı” adı altında Aristo’nun da başlatmış olduğu madde ve ruh ikiliğinden söz ederek aslında bilgiyi tek bir yönde, tek bir kaynakta ele aldığımıza değinmiştir. Zira Aristo’dan sonra bir bilim olarak incelenmekten çıkan “ruh” kavramı ikinci plana atılmıştır. Bu da yazarın da değinmiş oluğu gibi gerek materyalizmin gerekse de pozitivizm gibi somut- maddesel ve deney üzerine yapılan araştırmalara ağırlık verildiğini göstermektedir.
Maddenin ruhtan ayrı ve bağımsız düşünülmesi, insanlığa yapılmış en büyük zulümlerdendir. Zira maddeci zihniyetle bedene hizmet eden ve bedeni yücelten insanlık, ruhu aç bırakmış ve içi boş bedenlere çevirmiştir.
Eserde geçen “Bilginin Yolu” adlı bölümde bilgilerin iki tarzda elde edileceğinden bahsederek aslında doğa bilimleri ve sosyal bilimlerin ayrıştığı noktalara değinmiştir. Bu bölümde sosyal bilimlerin sonunun olmadığını anlatarak verdiği örneklerle norm, davranış ve algıların, dünyanın farklı yerlerinde farklı zaman dilimlerinde farklılık gösterdiğini bir “sorunsal” olarak anlatmıştır. Oysaki bu durum sorunsaldan ziyade çeşitliliği ve zenginliği göstermektedir. Zira her toplumbilimcinin de bildiği üzere, sosyal konularda ortak bir sona varılamamasının sebebi farklılıklarımızdır. Tüm bu farklılıklara rağmen bizleri birbirine yakınlaştıran veya uzaklaştıran da üzerimizi kaplayan et parçasından ziyade inançlarımızdır. Tüm bunlara rağmen kitapta da bahsedildiği üzere halen insan ve toplum hakkında, kendimi hakkında çok fazla bilgi sahibi değiliz.
Kitabın ilerleyen sayfalarında yazar” Bilim Tarihi” adı altında farklı dönem ve toplumlarda bilginin ele alınış şekli, farklı filozof ve düşünürlerin yorumlarıyla bilimin ve bilim tarihinin nasıl bir yol izlediğini anlatmış, ilmin asıl kaynağının İslamiyet ve kutsal kitabı olduğuna vurgu yapmıştır. Birçok Batılı toplum ve düşünürler, İslam’ı ve tarihi bilmeyişinde İslam ilmini ve beraberinde gelen bilimsel ilerleyişi Araplara mal ederek İslam ilmini Arap İlmi olarak tanımlamış, kodlamışlardır. Oysaki eserde de açıklandığı üzere Araplar İslamiyet’ten önce de vardı ki bu büyük topluluğun yer aldığı devre “Cahiliye Devri” gibi çarpıcı bir isimle nitelendirilmiştir.
Tarihsel süreçte de gördüğümüz üzere her türlü saçmalıkta İslam hedef alınmıştır. İlmi geriliği İslam’a bağlayarak, İslam’ı kötülemeye çalışmışlardır. Oysaki tarih sahnesine baktığımızda Avrupa’da Katolik kiliselerinin tarihin taşlarını yerinden oynatan devrimi, ilmi geriliğin en büyük temsilidir.
İlmin olmadığı bir bilim, kötülük üzerine inşa edilmiş bir bina gibidir. Özellikle bilimin maddeci bir temelle ilerliyor olması yazarın da dediği gibi yirminci yüzyıl sonrası için büyük bir zulüm ve katliama sebebiyet vermiştir. Atomun parçalanması sonrasında icat edilen ve savaşlarda kullanılan atom bombaları, savaşın olduğu veya olmadığı dönem fark etmeksizin her an silahlar üretiliyor olması ve tüm dünyada bunun ticaretinin yapılıyor olması, üstelik dünyada bu kadar çok yoksul ülke olmasına rağmen, tüm yatırım ve giderlerin, savaşa davetiye çıkaran bu silahlanma çağına bir tuğla görevi görmesi içerisinde bulunduğumuz evrensel bunalmaya en büyük işarettir.
İnsanlar böyle bir çağda adeta teknolojiye tapmakta ve ondan korkmaktadır. Bununla birlikte emeğin de metalaşmasıyla çalışan veya üreten toplumda kendine ve işine yabancılaşma görülmektedir. İnsanların asıl düştüğü yanlış, “bilimde” dış dünyayı tanımakla uğraşırken, kendi kendilerinden bihaber yaşamalarıdır. Bunun için çaba göstermeksizin, bir inatla durdukları yanlış çizginin dışına çıkmaya yeltenmiyor, M. Çekmegil’in de söylemiş olduğu üzere bu düşünce onları korkutmaya yetiyor. Oysaki yanıldıkları bir nokta da şudur ki; İslam dini Batı kilisesiyle, Batı dünyasıyla karıştırılamaz, bir de tutulamaz. Çünkü İslam dini her güzel ve faydalı olan şey gibi ilimde de ilerlemenin önünü açar.
M. Çekmegil eserde, Albert Einstein’in “Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür.” Sözünü okuyucuyla paylaşarak aslında Müslüman olsun olmasın mantıklı ve vicdan sahibi her insanın dine karşı böyle bir düşünceye sahip olabileceğini göstermektedir. İnsanlar her ne kadar dinin bilime, ilme zıt hareket ettiğini düşünse de İslam dini ilimle aynı gayeye hizmet ettiği sürece çatışamazlar.
Baktığımız zaman Modernitenin ve Marksizm (dininin) amaç edindiği doğrultuda din ve gelenek kavramı toplumlarda ve bilimde gittikçe silinmeye çalışılmıştır. Bu sebeple de birçok İmparatorluğun yıkılışı ve çöküşüne şahit olmuş bulunmaktayız. Yazar eserinde her ne kadar Osmanlı imparatorluğunu olumlu bir örnek olarak göstermiş olsa da baktığımız zaman Osmanlı imparatorluğunun çöküşünde temelde iki neden yatmaktadır. Bunlardan ilki medrese kurumuna torpilin girmesi (dinde yozlaşmaya sebep olmaktadır) bir diğer de Dünya’dan bağını, ilişkisini koparmış olmasıdır (bilime sırtını döndüğünü gösterir). Bir toplumda din ve bilim kurumlarının birinde bir sorun yaşanırsa diğer kurumu da etkiler ve bu da o topluma zarar verir. Tıpkı Osmanlı imparatorluğunun iki kuruma da zamanla sırtını çevirmesi gibi.
M. Said Çekmegil’in de söylemiş olduğu gibi ilim sahibi olmanın ilme yönelmenin vermiş olduğu konfor ve rahatlık da ilimden uzakta yaşayıp onun eksikliğini hisseden ve cefasını çeken de yine insanoğludur. İslam’ın “Oku”, “Siz hiç akletmez misiniz” gibi ikazlarını hiçe sayarak veya görmezden gelerek İslam’a yöneltilen hakaret ve iftiralar her ne kadar bitmeyecek olsa da aklı ve vicdanını muhakeme eden her beşerin de anlayabileceği bir şey vardır ki bilgisizlik, kişiyi küfre ve bataklığa sürükleyen yegâne unsurdur. Bu sebeple Yüce Allah, öğreneni de öğreteni de kat ve kat mükafatlandırmaktadır.
Vesselam…
Yorumlar
Daha önce yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yazmak ister misiniz?