Bilginin Gücü kitabından
Ahmet Ergin tarafından
Değerlendiren: Ahmet Ergin
Tarih: Kasım – 2021
BİLGİNİN GÜCÜ
‘İlim en başta, eşyanın tabiatındaki sözlü-sözsüz ayetleri anlamanın fazilet olduğunu bilmektir.’
Dört kısımdan oluşan eserin ‘İLİM’ başlıklı ilk bölümünde Çekmegil genel olarak (B)ilim tarihini önce Batılıların gözünden ve dilinden anlatarak bizleri konuya dahil ediyor. Batılıların dünyanın geri kalanına da kabul ettirdiği bu eksik (dolayısıyla yanlış) tarih anlatısıyla birlikte doğrusunu da hemen akabinde bizlere aktarıyor. Batılıların süslü anlatısını ‘Sizden evvel de iki kere iki dört etmez miydi?’ şeklinde müstehzi bir soruyla örseliyor.
İnsanoğlu her ne kadar öğrendiği ilimler ve geliştirdiği teknik sebebiyle büyük bir kibre kapılsa da esasında insanın halihazırda bildikleri henüz bilmedikleri yanında, bu ikisinin toplamı ise asla bilemeyecekleri yanında deryada katre nispetindedir. Çekmegil’e göre, yücelere layık insanoğlunun tek kanatla yükselemeyeceğini hesap edemeyen Batılı her daim fiziğe, maddeye ağırlık vererek zülcenaheyn olmaktan mahrum kalmıştır. Müslümanlar ise taklit bataklığına saplandıkları şu son bir-iki yüzyıl hariç tutulduğunda farklı bir hal üzere bulunmuştur:
İslam içtimai problemleri küçümseyerek putlaştırılan insan zekâsına terk etmez, bütün bu konuları ve onların kanunlarını emrinde ve himayesinde daima ileriye doğru geliştirir, kontrolünden uzaklaştırmaz ve bu tutumunu imanî bir mesele telakki eder.
Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, birinci kısımda Çekmegil Greklerden başlayarak Akdeniz Medeniyeti, Roma, Avrupa Orta çağı, Rönesans ve sonrasındaki yüzyılları inceleyerek okuruna detaylı bir Bilim tarihi turu attırmaktadır. Uygun gördüğü her noktada hakim anlatıya şerhler düşen Çekmegil bizlere Müslümanca bir bakış açısı kazandırma niyetindedir. Özellikle Batılı ilim tarihi anlatısında orta çağ karanlık bir çağdır. Oysaki materyalistlerin orta çağın karanlık yılları olarak gösterdikleri bu dönemde yaratıcı elçileri ile insanlığa ikram ettiği dini Kur’an’da bütün yüceliğini belirtmişti.
Kuran’ın Aydınlattığı İlim alt başlığında İslam dünyasının ilme katkılarını anlatan Çekmegil, İslam alemindekilerin taklide düşmediği, ilmi yaşadığı her dönemde etrafına nasıl ışık tutmuş olduklarını bizlere örnekleriyle aktarır: dünyanın ilk üniversitesi Müslümanlar tarafından 988’de Kahire’de kurulmuş, dünyanın ilk yazılı anayasası da İslam dünyasından çıkmıştır.
Bu bölümde müellif insaflı Batılıların Müslümanların ilme olan katkıları noktasında şahadetlerini paylaştığı için çok sayıda alıntı yapmaktadır:
Batılılardan insaf sahibi birçok kimse Orta çağ’da, altıyüz seneden az olmayan bir müddet boyunca Avrupalıların hocaları Müslümanlar olduğunu itiraf ederler.
“Din-İlim Ayrılığı mı” başlıklı ikinci bölümde Çekmegil din ile ilmi ayırma saplantısı içinde bulunanlara cevaplar vermiştir. Özellikle Batılıların ve bizdeki taklitçilerinin din ile ilim arasında ikilik varmış gibi sürekli bunları ayırmaya hatta karşı karşıya getirmeye çalıştıklarını ifade eden Çekmegil’e göre bütün ikilikler beşere, beşerin işlerine ait olandadır.
Batı’nın kendi içinde bulunduğu özel şartlar ve tarih boyunca geçirdiği merhaleler sebebiyle oradaki durum ile İslam dünyasındaki durum farklılaşmıştır. Batıda kilisenin yoğun baskısı sonucu insanları din adına baskı altında tutan Kiliseden uzaklaşma dinden kurtuluş sayılmıştır.
“Oryantalistler keşiş ve haham misali sözde velilerin katma ve atmalarıyla tahrif edilmiş bir din anlayışıyla karşı karşıya kalmışlardır. Mistikleşen Hıristiyanlık, maddecilikle zalimleşen Yahudilik, yorumlarla vahiyden uzakta kalmış doktrincilik ve benzerleri, Allah’ın razı olduğu dinini temsil edemez.”
Öte yandan İslam için durum farklıdır çünkü Kuran bütün tazeliğiyle olduğu gibi ortadadır.
Bu hakikati vurguladıktan sonra müellif tek tek ilim dallarının İslam’la olan ilişkisini tarihsel olarak incelemiş ve verdiği mukni örneklerle akıl sahiplerini insafa davet etmiştir. Matematik, teknik, tıp, Tarih-Coğrafya, astronomi, sosyoloji… İslam bunlardan hangisine karşıdır? Bilakis yüzyıllar boyunca Müslümanlar sayılan bütün bu ilim sahalarında en önde gelmişler, dünyanın geri kalanına önderlik ederek ilham kaynağı olmuşlardır.
‘Müslümanlığın İlmiliği’ başlıklı üçüncü kısımda Çekmegil, İslam ve ilim hakkında birçok farklı hususu tek tek değerlendirmekte ve Müslümanca bir bakış açısı inşa etmektedir. Müellif Batılıların tek yönlülüğünü ve Müslümanların yapması gerekeni şöyle tespit etmektedir:
‘‘Tabiattaki bazı kanunları bulmak, yaratılmışlar arasında en büyük yaratılmış olan insanı anlamayı ve onun cemiyetine ait sosyal müeyyideleri unutturuyorsa, durum, tek kanadı kırık kuşların acıklı durumuna benzer. Tek taraflı bir gelişmeyle dünyamız garip ucubeler diyarı olmaktan öteye geçmez olur. Müminlere düşen mükellefiyet bu karanlıkları gidermeye çalışmaktır.’’
Bilenlerden başkası anlamaz. Ancak eşyanın hakikatine vakıf olan anlar. Dolayısıyla müslüman ‘anlamak için ilim edinmek mecburiyetinde olduğunu anlayandır’. İman önce ilme istinat eder. İlim tahakkuk edince iman başlar. İslam’ın talimini istediği ilim, cehaleti ortadan kaldıran her türlü ilimdir. Yaratıcı kuluna ‘Rabbim benim ilmimi artır de’ buyurmuştur. İslam, ilmi cemiyet için o kadar elzem sahih emellerden saymıştır ki, bilgi için çalışmak, adeta Müslümanlığın terki caiz olmayan bir rüknü olmuştur. Çekmegil’e göre bu yüzden İslam toplumunda öğrenim mecburi ve parasızdır.
Kitabın isminin Bilginin Gücü olmasının sırrı da buradadır. İman için bilgi şarttır.
Bilginin insana verdiği güç öylesine büyüktür ki, en zayıf insanı bile yiğit gösterir. Bilgisizliğin insana verdiği zaaf öylesine küçültücüdür ki, en kuvvetli görünen kimseleri dahi korkaklar bölümüne atar.
NOTLAR
- Kitabın yeni baskısının önsözünde Çekmegil yaşından bahsederken ‘63 seneyi 132 ay geçmişti.’ şeklinde bir ifade kullanıyor. İlk başta bunun hataen bu şekilde yazıldığını düşündüm, çünkü daha önce böyle bir ifade ile karşılaşmamıştım. Fakat sonra anlayabildim; merhum edeben böyle bir ifade kullanmıştı. Dünya üzerinde Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa’dan fazla olarak kaldığı süreyi ayrıca hesaplamıştı. Bu, yüzyıllar evvel Hoca Ahmed Yesevi’nin de ‘O sebepten altmış üçte girdim yere’ ifadesiyle hikmeti izah ettiği halin yirminci yüzyıldaki bir tekrarıydı sadece.
Yorumlar
Daha önce yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yazmak ister misiniz?